7 Mart 2020 Cumartesi






Toplumsal Gelişim Ve Sanat
Bölüm 5

KOLAJART Bağımsız Aylık Sanat Dergisinde yayınlanmıştır. 15/03/2020

Modern Çağa ait gelişmeler ve sanat anlayışı olan Teknoloji Çağı ve Aydınlanma felsefesinin toplumları etkilemesi ve kabul görmesi bir hayli zaman almıştır. Alışılmış sanat ve eski eserlerin estetiği, somut görüntülerde direnme, eskiye bağlılık, gelenekselcilik, yeniliği kabul etmeyen insanlarca korunmaya çalışılmıştır.

Modern Sanata sıcak bakmayan ülkeler; Hitler Almanya'sı, Sovyet Rusya ve bu ülkelerin denetimde tuttuğu Doğu Bloku ülkelerdir. Buralarda yaşayan sanatçılar ülkelerinden atılmışlar ya da sanatsal etkinliklerine yasaklar konulmuştur.

Bu rejimler için sanat, devlet için propaganda yapan bir unsur özelliği taşır. Asla insanların içsel ifadesi olamaz. Çünkü orada bireysellik yoktur. Modern Sanata yakıştırılan tanımlamalar ise; dini devletten uzaklaştırarak Laik anlayıştan dinsizliğe geçiş, anlaşılmayan, manasız, çirkin, tahrip edici, barbarca, karmaşık, formsuz, bununla birlikte biçimci, çocukça, hasta, sıkıcı, hümanizma karşıtı gibi söylemlerdir.

Jugendstil(1), Kübizm ve Mondrian Neo-Plastizmi mimarlık ve iç mimarlıkta etkin bir yapı yaratmıştır. 20. yy dünya toplumlarının insansal, kavramsal tüm değerlerini yeniden biçimlendirmiştir. Endüstriyel gelişim dünya görüşünün, insan yaşamının, dünya politikalarının değişmesini sağlamıştır.

Birbirlerine paralel gelişen tüm bu dönüşmüş ya da yeni oluşumlar sanatçıların çalışmalarına da yansımıştır. Bilim dünyasında atomun parçalanma problemi yaşanırken, plastik sanatlarda da objeyi parçalama eğilimi içinde girilmiştir. Bu çağda sanatçının toplumsal olgulardan etkilenmesi, yüzyılın ekonomik savaşları, krizler, sosyal sarsıntılar ve bunun sonucunda Materyalizme olan güven duygusunun azalması olarak görmek ortak bir karardır.

Bu hızlı değişim ve dönüşümler insanları iç huzursuzluğuna sürüklemiş, kişilikleri tehdit eden durum da ortaya çıkmıştır. Materyalizmin neden olduğu huzursuzluk ve endişe duygusu, belirsizleşen yaşam dizgesi sanatçıların tepkiselliği ile bütünleşip sanat ürünlerine yansımıştır. Objeler resim düzleminde parçalanıp yok edilmiştir. Bozulmamış doğa ve endüstrinin bozamadığı insanı arayan Gaugin Tahiti'ye gidip resim yapması bu tepkiye örnek olarak gösterilebilir.

Kübistler ve Empresyonistler, objenin gerçek formunu reddeden soyutlamaları ile Materyalizme tepkilerini kendi oluşturdukları sanat dilleri ile ifade etmişlerdir.
Endüstri çağı köklü bir gelişimi sağlarken ümitsiz yarınları, gereksinimlerle biçimlendirilmiş kentleri ve otomat yapıdaki insanları da yaşamın içine katmıştır. Bundandır ki, Endüstri çağı insanı yılgın ve yorgundur ve bu düzende kişilikten yoksunlaşmış, birbirinin benzeri insanlar yapılandırılmıştır.

Bu çağ üretimlerini sosyolojik yapıya zıtlaşım içinde oluşturmuştur. Eşyalar ne kadar parlak ve kusursuz ise sanatçının yaptığı eseri bir o kadar ilkel, kaba, insan elinin izlerini taşır. Karışık kent yaşamına karşın mimari sade, ayrıntısız, huzur vericidir. Karışıklık içinde yaşayan insanın dekorasyonu gürültüyü, kafa karmaşasını önleyen dinlendirici, sade, sakin renklerle dekore edilerek biçimlendirilir. İnsanlar artık tatilleri uygarlıktan uzak, ilkel yörelerin keşfine yönelirler. Bu kendileri ile baş başa olmaya doğru bir kaçıştır belki de! Belki de 'yalnızlaşan insanın' başlangıç noktasıdır. Çünkü artık kişisel zevkler ve seçimlerin kalmadığı bu çağda, aynı anda tüm insanlar bir olguya takılıp, kabullenip aynı anda ondan uzaklaşan bir yapı içine girmişlerdir.

Atık tüm davranışlar aynılaşmıştır ve otomasyon başlamıştır. Ortak edinimlerin bu kadar kabul görüp reddedilmesi hiçbir çağda görülmemiştir. Sanatçı duyarlılığı bu oluşuma tepkilidir ve kendi içinde oluşturduğu kendi dünyasında yaşar. Gerçekliği ve gerçek rengi terk etmesi, kendine ait biçim ve renk dünyasını araması bu belirsizleşen ve kayganlaşan yine kendi duyarlığına göre muğlak çağ ile denk gidiştedir.

Ancak bu çağ sanatı, tüm oluşum ve değerleri hızla tüketen insanlara ve onların sıkça yaşamak istedikleri farklı heyecanlara cevap verir boyuttadır da (niteliktedir de) aynı zamanda!
Endüstri çağının sanat akımlarına bir göz atmamız gerekirse; Empresyonizm, Ekspresyonizm, Kübizm, Orfizm, Nabiler, Fütüristler, Sürrealistler, Konstrüktivistler.

Hızla değişen ve gelişen bu sanatsal süreçte sanatçıları bir sanat akımına, bir gruba ait düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu dönemim değişim gösteren tüm sanatçıları bir anlayıştan diğerine geçebiliyor y da birkaç sanat dilini, anlayışını bir arada yürütebiliyorlardı. Örneğin, Picasso; Ekspresyonizm, Kübizm, Neo Realizm, Sürrealizm gibi dönemler yaşamıştır. Sanatsal hareketlilik çağın hızlı değişiminden etkilenen sanatçının kendisine bir yol saptama çabası olarak görülebilir. Denilebilir ki, sanatta modernleşme serüvenlerle doludur. Modernleşme sürecini başlatan ve sürdüren sanatçıların birçoğu toplumsal hayatın sosyolojik, siyasi, felsefi, ekonomik yapısı ile iç içe yaşamışlardır.

Bu sanatçılar; Jean Arp, Pablo Picasso, Georges Braque, Henri Matisse, Fernand Leger, Piet Mondrian, Vasiliy Kandinskiy, Paul Klee, Salvador Dali, Kazimir Maleviç, Claude Monet.

Uzun yaşamları boyunca süregiden etkinlikleri ile sanata açılımlar sunmuşlardır.
Bilinçaltının karanlık dünyasını açan Yves Tanguy, Mark Ernst, Salvador Dali, Giorgio de Chirico, Rene Magritte, Philip Guston resimlerini psikanalist yaklaşımlarla, gerilim içinde yaşayan çağ insanının yaşadığı bunalımları yansıtıcı bir yapıda odaklamışlardır.
Mondrian'ın en belirgin sanat dili oran ve denge üzerine kuruludur. Bu anlayış; içeriksiz ve salt biçimsel denemeler olarak algılanmamalıdır. Sanatçı özgün yapıda, kendi kimliğine özdeş bir yapıyı (konstrüksiyonu) resimlerinde dener. Renk ve biçimle kurduğu denge düşünsel ve etik değerlerle özdeşleşir, biçim ve rengin arasında uyum yaratma çabası ile birleşir. Buradaki arayışlar güven, barış, açıklık ve sadeliğin istemidir. Ayrıca evrensel hümanizmanın da istemidir aynı zamanda. Bu çalışmalarda amaçlanan insanı kendi dar dünyasından uzaklaştırma, korku ve kader ögelerini reddedip aşkın bir yapıda evrensele ulaşmaktır.
Görüldüğü gibi Süprematizm (yaratıcılık) çağı, nesnelerden uzaklaşıp yokluk ve hiçlik?in göz ardı edilmediği bir anlayışla kalıplardan uzaklaşarak özgürleşmeye erişmektir. Bu felsefe ve tepkilerle çalışan sanatçıların evrene ve evrensele açılma, bağımsızlaşma, kendini belirleme dönemidir bu dönem. Bu dönemin sanatçılarından 20 yy bitimine kadar süregelen anlayışların yeni bir yüzyılda nasıl bir tanımlama ile Sanat Tarihine geçeceği tüm tarihsel dönüşümlerde olduğu gibi 21. Yüzyıl sonlarında belirlenecek olabilir.
Her bir insana ait tek bir olgunun bile uzun süreçleri etkileyen bir yapıdan kaynaklandığını görmekteyiz.

Yaşamı bir bütün olarak değerlendirmek gerekirse, bir insan yaşamındaki tüm oluşumları çözebilmek, net bağlantılar oluşturabilmek olanaklı gibi görülmüyor bana. Bu bağlamda düşünürsek, bir insanın bir sanatçının bir toplumun, dünya toplumlarının tümünün açıklaması, değerlendirilmesi, tanımlanması, gerçekliği ve geçerliliği üzerine derin şüpheler duymaktayım. Bir de tarihe mal olmak üzere tüm bunları yazan ve oluşturan insan ise?
Belgin Balanoğlu Alagöz©

(1)Jugendstil: Art Nouveau akımının Almanca konuşulan ülkelerde söylenen biçimidir, 1896 yılında Georg Hirth'in çıkardığı bir dergi olan Jugen?den ?Gençlik? ismini almıştır.
Otto Wagner, Gustav Klimt ve Josef Hoffman gibi ünlü mimarlar Jugendstil çalışmalar yapmışlardır.)

9 Şubat 2020 Pazar

TOPLUMSAL GELİŞİM VE SANAT BÖLÜM 4




16, 17 ve 18. yüzyıllarda Batı’nın sanatsal gelişimiyle birlikte Osmanlı’dan başlayan sanatsal gelişimimizi aynı paralellikte sunmaya çalışıyorum. Bu yazı dizisinin; sanatta çağdaşlaşmaya giden sürecini eş zamanlı bir dizgede aktarırken, sanat tarihine ilişkin karşılaştırmalı bilgilerde varmak istediğim sonuç şudur: Türk ve Batı Sanatının gelişiminde, Türk Sanatının 1950’li yıllardan sonra hızlı ve üretken yapısı ile Batı’yı yakalayıp, Amerika ve Batı’da kendini kabul ettirmesidir.
Açıklamak isterim ki bu yazı dizisi Sanat Tarihinin incelenmesi ve anlatılması bağlamında daraltılmış bir yazıdır. Bu dönem içine giren sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel durumlar ve sanatın tüm boyutu; edebiyat, mimarlık ve diğer sanatlar çok az işlenerek geçilmiştir. Resim sanatında ise adı geçen sanatçılar ve oluşumlar, sanat içinde ilk başlangıçları belirleyen bir yapıdan kaynaklı olarak incelemeye girerler.
YARATICI SANAT
Sanatta “gerçeklik” tohumunu eken 19. yüzyıl yazarları sonrasında Zola, Balzac, Dostoyevski bu olguyu doruğa eriştirmiştir. Ancak Endüstri Çağının bilinçlenen toplumu sanatta ‘yansıtıcılığın’ gereksizliğini kavrayacak, geleceğe yön verici bir tavır içine gireceklerdir. Bununla birlikte toplumsal sorunları yönlendirici düşüncede oluşturulan Kavramsal Sanatın yaşamı oluşturan ve onu biçimlendiren yapısını benimseyeceklerdir. Soyut sanat bu süreçte en üretken başlangıcını birçok sanatçının birlikte ürettiği yapıtlarla kendini kabul görür duruma getirecektir. Daha sonrasında somut sanata geçiş başlar. Endüstri Çağında evrensel insanlık anlayışının, Hümanizma’nın, toplumsal yaşam hakkının geliştirildiği bir dönem başlamıştır. Bu çağ insanının kavuştuğu tüm haklar ve yaratılan kültür anlayışına paralel gelişen düşünce yapısı Rönesans’tan bu çağa kadar süren değerler dünyasını alt üst etmiştir. Fransız İhtilali’nden sonra bireyin düşüncelerini uygulayabildiği toplumsal düzende yine birey topluma karşı duyduğu sorumluluk duygusunu toplumdan alır. Aynı tavrı sanatçılar sanat dili ve yapıtları ile eylemsel bir tavır olarak toplum katmanları ile buluşturur.
Düşünce; oluşturucu ve yapıcı boyutunun gelişimi ile bu çağ insanın düş gücünü, yaratıcılığını, olası dünyalar tasarlayıp gerçekleşmesini sağlar. Hayal gücü ve yeni oluşumlar yaratma etkinliği, çağın düşüncede geliştirip uyguladığı iki önemli kıstas olmuştur.
Endüstri Çağı’nda gelişen teknik oluşum, insanın doğadan kopmasını da beraberinde getirir. Bununla birlikte artık insan, bireyselden toplumsala dönüşen, dünyasal bir yaşam üslubunu tasarlayan, biçimlendiren, düşünen, konuşan, haklarının bilincine varmış bir anlayışla hareket eder. Burada en önemli edim, sanatçıların sanat anlayışlarını dönüştürmeleri olmuştur. Artık 19. yüzyılın başına buyruk sanatçısının yerini toplumsal sorunlara çözüm getirmek için sanat dili harekete geçiren kolektif bir yaratıcılık almıştır. Çünkü Endüstri Çağı, yalnızca bölge kültür tarihinde değil insanlık tarihinde de yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu durum ise sanatsal bir devrim boyutu taşır.
1919’da Bauhaus’un kurulması, sanatta yeni bir eğitim sürecinin de başlangıcı olmuştur. Okulun kurucusu W. Gropius’un gerçekleştirmek istediği ideal, “Büyük Yapı Der Grosse Bau’’ diye tanımladığı kurgusal tasarımların geleceğin endüstri çekirdeğini oluşturacağına inancıdır. Bu okulda her meslekten insanın, kolektif çalışma içine girerek ortak bir yapı oluşturması söz konusudur.
Ancak kolektivizm, bireyi yok etmeyi değil tam aksine sanatçının bireyselliğindeki dar sınırları aşarak yaratıcı özgürlüğe ulaşmasını amaçlamaktadır. Paul Klee 1921-23 yılları içinde verdiği derslerde “Olası Dünyalar’’ kavramını geliştirmek için,  gördükleri her bir nesneyi yeni biçimlerle yinelemelerini öğretiyordu öğrencilerine.
Kısacası 20. yüzyıl sanatı insan fenomenine (görüngü-olgu) yeni bir düşünce sistemi aşılıyordu. 20. yüzyıl sanatının şekillendiği yıllar 1910-1930 arası dönemlerdir. Bu kısa süreçte çok hızlı ve yoğun bir etkinlik yaratılmıştır. Bu oluşuma Picasso, Le Corbusier, Mondrian, Gropius ve bazı sanatçılar öncülük etmişlerdir. Turizm bu çağ sanatının dönüm noktası olmuştur ve Natüralist Sanat yerini Soyut Sanat dönemine bırakmıştır. Soyut Sanat yaratma özgürlüğü ile biçim kazanırken Paul Klee şöyle diyordu: “Bu sanat görüneni vermiyor, düşünceyi görselleştiriyor.”
Soyut Sanat üslubunu uygulayan sanatçılar, evrensel insanlık kavramına toplumsal bir boyut kazandırarak gelecek kuşaklara öncülük etmişlerdir. Bu durum Endüstri Çağı insanının yaşam biçimini de belirleyen bir işlevsellik rolünü beraberinde getirmiştir. Sanat artık yaşama karışmıştır ve DE Stijil Grubu’nun, Dadaist’lerin, Bauhaus sanatçılarının, Konstrüktivistlerin bu yeni yaşama biçimine katkı sağlayan büyük hareketler oluşturmasında etkin gücü olmuştur. 20. yüzyılın bitiminde yaşamımızda seyreden tüm olgular, yine 20. yüzyılın ilk çeyreğinde oluşturulan sanatsal hareketlerin sonucudur. Ancak Endüstri Çağının teknik gelişimi pek çok sorgulamayı da beraberinde getirmiştir.



Willi-Baumeister,Bild-T21
Tekniğin gelişimi, insanlara uygar, konforlu ve iletişim yönünden yakınlaştıran, uzaklaştıran bir yaşam öngörürken; yarınlarda yaşayacak insanların duygu iletişimi ve tekniğin getirdiği makineleşen bir yapıyı nasıl kurgulayıp insanca yaşayacakları sorgusunu da beraberinde getirmektedir. 21. yüzyıl tüm kavramların değişimine ve dönüşümüne açık bir yüzyıl olmasıyla yüzleşmiştir zaten 20. yüzyıl sonunda. Bu bağlamda yaşam biçimleri, ülkelerin sosyokültürel yapısı, düşünce felsefesi, ekonomi gibi sanatsal ve insansal tüm edimlerinin de farklılaşması olanaklıdır artık. 

http://kolajart.com/wp/2020/01/25/belgin-balanoglu-alagoz-toplumsal-gelisim-ve-sanat-4/

13 Aralık 2019 Cuma





Toplumsal Gelişim Ve Sanat 
Bölüm 3 

16. yy.’ın en ünlü el yazmaları Nakkaş Osman Atölyesinde basılmıştır. III. Murat Surnamesi, Hünername Minyatürleri ile tanınmışlardır. Bu eserlerdeki temalar, güncel, kronikçi (1) ve gerçekçi bir anlayışla ele alınmıştır. Nakkaş Osman’ın diğer eserleri: sanata ve tarihe çok düşkün olan III. Murat (1574-1595) emriyle hazırlanmış olan Şemailname-i Al Osman yazmasında ilk Osmanlı Padişahının portreleri sıralanmıştır. Bu eser (1579), Osmanlı Padişahlarının özelliklerini anlatan ilk tarihi el yazma kitap olarak kabul görmektedir. Portrelerde karakteristik çehre ve ifade zenginliği gözlenmekte olup, giyim kuşam ve yaşam hakkında bilgiler edinilebilir.  Eserler Topkapı Sarayında TSMK H1563’de kayıtlı bulunmaktadır. 
‘’Hazreti Muhammet’in yaşamını, gazalarını, ana baba ceddini ve gelmiş geçmiş peygamberlerin hayatını ilk kez 14. Yy’da Mısır Sultanları için hazırlayan Nakkaş Mustafa Darir ağma olduğu için anlattıklarını bir başka kişi kaleme almıştır.  1380-1388 yılları arasında Siyer-i Nebi’yi yazıp bitirmiş ve Peygamberi (S.A.V) destansı bir şekilde Türk Halk dili tasvir ettiği bu kitabı Memlük Sultanı Berkuk’a taktim etmiştir.  
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde Memluk Sarayından toplanan bu eser İstanbul’a getirilmiştir. Osmanlı Padişahları tarafından daha değerli tutulmuş, III. Murat zamanında Hazine-i Hümayun için içeriğindeki özgünlük korunarak minyatürlerle bezenmiş ve bir nüsha daha çoğaltılmıştır.  Bu nüsha da sarayın baş nakkaşı Nakkaş Osman ve sarayın şehnamecisi Seyit Lokman ve ekibi tarafından mükemmel bir şekilde hazırlanmıştır. 
Nakkaşbaşı Osman, II. Selim ve III. Murat döneminde sanata değer veren padişahlar sayesinde minyatür sanatında yüzlerce eser kazandırmıştır (600 üstünde). Nakkaş Osman Firdevsi’nin Şehnamesini Türkçeye çevirmiştir. Şahname-i Selim Han, Şehinşahname, Zafername (Kanuni’nin son dönem savaşlarının tasviri) önemli yapıtlarındandır.  Sultan III. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in sünnet düğününü eş zamanlı olarak 250 minyatürle betimlediği Sürname çağın en önemli esri olarak addedilmiştir. 
16. yy.’da yazılıp Nakkaş Osman Atölyesinde basılan Padişah çocuklarının sünnet düğünlerini konu alan III. Murat Sürnamesi, 52 gün süren bir şöleni nakış-resim tekniği ile 400’ü aşkın bir dizi ile eş zamanlı olarak kompoze eden bir örnektir. Burada aynı resim iç öğelerinin değişimi ile defalarca tekrarlanmıştır. Bu eserin isim kaynağının eski Bizans Hipodromunun Spinası üzerindeki Obeliks Kaidesinin ‘’Sünnet Töreni’’ kabartmaları olduğu uzun bir süre sonra anlaşılmıştır. 
18. yy.’da Nakkaş Levi’nin III. Ahmet Sürnamesi’nde, konu yine güncel olaylardan alınmıştır. Bu el yazmalarının minyatürleri, geçmiş dönemlerdeki minyatürlerden aşkın bir yapı kazanmıştır. 
Osmanlı İmparatorluğunun tarihi ve güncel olaylarını bir anlamda belgeleyen el yazması/nakış resimler peygamber yaşamlarını mistik anlatımlarla da ele almıştır. Ancak bu resimler, dinsel kitapların dışında görülmez. Yine İslam dünyasının içinde yalnızca Osmanlıda gelişen Figürsüz manzara resimleri, Kanuni Sultan Süleyman’ın (16.) sefer yolları menzillerini belgeleyen birer bulgudur. Bunlar, Bağdat ve Belgrat seferlerinde ordu mensubu olan Matrakçı Nasuh tarafından yazılıp resimlenmiştir. 
Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğunun Bizans resim sanatından etkilendiği söylenir.  İstanbul’un fethinden sonra, ikon atölyelerinde sürdürülen Post-Bizanten gelenek (*2), Osmanlı resim sanatı ile karmaşık ilintilerin karmaşıklığını gösterir. Aynı zamanda saray nakışhanelerinde minyatür yapan bazı sanatçıların gayrimüslim kişiler olduğu ileri sürülse de, Osmanlıda güçlü bir Türk Müslüman kimliği içinde gelişen ve azınlıkları eritip sentezleyen bir kültür yaratılmıştır. 
Osmanlı İmparatorluğunun mimarisini biçimleyen Mimar Sinan (Koca Sinan, 16. yy), tek başına Bizans’ın İstanbul üzerinde yarattığı üslubu değiştirmiştir. Bizans siluetini silmiş, bugünkü Osmanlı-Türk panoramasını, unutulmazlığını tüm zarafeti ile yapılandırmıştır. Mimar Sinan’ın uzun ömrü, birçok padişah dönemini de etkilemiştir. II. Beyazıt (1476-1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), III. Selim (1566-1574)ve III. Murat (1574-1595). Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde ‘’Dünya İmparatorluğu’’ haline gelen Osmanlının sınırları; Bağdat’a, Kafkaslara, Kırım, Polonya, Viyana üzerinden Balkanlar ve Sırbistan’a, güneyde Arabistan Yarımadası’ndan Afrika içlerine Sudan ve bütün Afrika kıyılarını içlerine alarak Atlas Okyanusuna kadar uzanmıştır. Bu geniş topraklarda var olan tüm kültürler Osmanlı tarafından ezdirilmeden yaşattırılmıştır. Bu ülkelerde dinsel ve yapısal baskılar kurulmamış olsa da kuvvetli bir yönetim kurulmuştur. Bu süreçte azınlıkların çocukları alınarak, İstanbul ve Edirne saraylarında eğitime tabii tutulmuşlardır. Askeri ve sanat alanında yetişen gençlere Osmanlı Kültürü yapısı olan Türkçe okuma-yazma, İslamlık ve din bilgileri, Türk örf adet ve gelenekleri konusunda bilgiler verilmiştir. Eğitim alan azınlık çocuklarına ‘Devşirme oğlanları’ denilmiştir. Enderun’dan mezun olanlara ise ‘Kapudan Çıkma’ denilmiştir. 
Mimar Sinan’ın da 1520’de Enderun’dan çıktığı anlaşılmıştır. Bu dönemlerde saraylarda çağın önemli filozofları, ozanları, bilginler, nakış-ressamları, hattatları da yaşıyordu. Seçkin yabancı doğumlu azınlık çocuklarının yetiştirilip yönetim içine alınması bir strateji olarak uygulanmaktadır. Bu strateji, Osmanlı devletinin uzun yıllar boyu ayakta kalmasını sağlamıştır. 
18. yy.-19. yy.’da ecnebi ve Levantenlerin (yakın doğuda yerleşmiş, evlenerek soyu karışmış kişiler), gayrimüslimlerin Osmanlı’ya uyumlu yaşadığı göz ardı edilmemiş  (bilinçli bir programla), önemli görevlere getirilmişlerdir. Neo-Klasik Ulusal Mimari örneklere ulaşmada özellikle Ermeni vatandaşların rol oynadığı ve bu biçimle alafranga-alaturka ikileminin ortaya çıkışı, kültür sanatta ve sosyal yaşamda hareketlilik sağlayan özellikler göstermeleri ile de bu sentezde önemli roller üstlenmiştir. Klasik Osmanlı Mimarisinin son eserleri; Sultan Ahmet Camii (1605-1616) Mimar Mehmet Ağa, Yeni Camii (1597-1663) Davut Ağa tarafından icra edilmiştir.  
Bu dönem sonrası (1718) Lale Devri Döneminde yapılmış Hasırlar, Köşkler, Özellikle Kâğıthane Kasrı Patrona Halil isyanı ile yakılarak yok edilmiş ve önemli sivil mimarilerin örneklerinden bugünlere bir şey kalmamıştır. Bu dönemden sonra Ulusal kimlikten çok Batı hayranlığı başlamış ve yapılan tüm eserler alıntılarla özellikle Fransa - Barok etkisiyle ithal bir görünüm içine girmiştir. Artık mimaride ciddi, ağırbaşlı, ritmik unsurlar düzeni kullanılmaz olmuştur. Bunun yerini ampir usulü Rokoko bozması süslemeler ve farklı birçok etkinin aynı eserde kullanılarak geleneksel mimariyi yadsıyan yapılar alır. Ortaköy, Dolmabahçe Camii ve Dolmabahçe Sarayı azınlıkların mimari anlayışı ile oluşturulmuştur.  18. ve 19. Yüzyıllarda ülkemize macera amaçlı birçok ressam gelmiştir. Bu sanatçıların Doğu ilgisini, bir anlamda Avrupa’nın dünya ekonomi ve kültürüne egemen olma isteği ile açıklamak mümkündür. Hatta Ortadoğu’ya gelmeyen ressamların bile hayali, gerçeği yansıtmayan Oryantal resim çalışmaları olmuştur. Bunlardan en önemlisi Fragonard’dır. 
19. yy. ’da Türk Milliyetçiliğinin benimsenmesi, 1789 Fransız İhtilali’ne denk düşmesi bir esinlenme olgusu olarak geçer tarihi metinlerde. Ama Türk aydınlarının bilinçli programları, bu olgunun batı düşmanlığına dönüşmesini önlediği gibi, batının uzmanlık ve deneyimlerinden yararlanma gerekliliği de kavratılmıştır. 

*1- Olayların birbiri ardınca sıra ile yazıldığı tarih, vakayiname.
*2- İkona sanatı: Bizans üslubu, Bizans’a ait, Bizans’a mensup anlamındadır. Bizans Sanatının esin kaynağı olan Hristiyan dini,  resim sanatın ‘’Görsel Teoloji’’ olarak kabul edilen dinsel resim sanatı olarak tanımlanır. Politeist bir dünyadan Monoteizmin yürürlüğe gireceği bir dünyaya giriştir ve insan düşünce sistemini harekete geçiren, kafasını değiştiren bir devrim sayılır.  Fresk, mozaik, minyatür ve taşınabilir ikonlarla kendini ortaya koymuştur. Osmanlının İstanbul’u fethinden sonra uygulamalar sekteye uğramış olsa da Tanzimat ve Islahat Fermanları ile özellikle İstanbul’daki kiliselerde yenilenme çalışmaları başlatılmıştır.  
Belgin Balanoğlu Alagöz 



13 Ekim 2019 Pazar

BİRKAÇ ÇALIŞMAM VE ERKAN YAZARGAN İLE DİYALOG













BİRKAÇ ÇALIŞMAM VE ERKAN YAZARGAN İLE 
DİYALOG 

12/10/2019




































TC Belgin Balanoğlu Alagöz ile diyalogdayız. İlgili sorularınızla katılabilirsiniz:
-Günaydın Belgin Hanım,
Sanat görüşünüzden bahsetmek ister misiniz?
https://diyalogsanat.tr.gg
Hep başkalarını anlattığım için kendimi ifade etmekte zorlanıyorum sanırım. Ön bilgi olarak yolladım bunları (ekler). Soru sorarsanız zaten istemediğiniz kadar konuşur yazarım. Sorun bence:
-Sanat görüşünüz nedir?
Soyutlamacı ve simgelerle kurduğum kompozisyonlarımda ekspresif fırça dili kullanarak ve renkçi bir anlayışla çalışıyorum. Sınırları olmayan espaslarla kendimi daha özgür ifade ettiğimi düşünüyorum. Yani diğer bir değişle Modern Resim, Çağdaş Sanat verilerini kullanıyorum, teknik olarak ama Güncel Sanat asla değil çünkü felsefeden yola çıkıyorum.
Duygularımı, düşüncelerimi en doğru dışa vurduğum ifade aracım olan sanat görüşümü felsefe, sosyoloji, toplumsal yaşam, estetik gibi temel etkenler üzerinden hareket ederek duygu suskunluklarımın su yüzüne çıkması.
Duygularımı açıkça söyleme, düşünce aktarma/üretme, karşıtlık, tepki, eleştiri, sevgi, mutluluk, renk, coşku ve benlikli duruş (özgünlük) üzerine yapılandırırım. Sanat üretme sürecim oldukça sancılı başlar ve hatta bir türlü başlamaz! Sanki içime tüm boyaların, kurgunun dolmasını beklerim. Bu süreç oldukça heyecan vericidir. Yani öyle bir şey, şarj etme gibi sanırım, evet her eserde öyle…
Resme başlama ve bitirme sürecim oldukça uzundur. Renk ve çeşitli malzemelerle yapmak istediğim dokuların üst üste getirilmesi de bu süreci uzatan etkenlerden.
Sanatın herkesi ilgilendiren bir alanı var kesinlikle ve ben buna yaşama alanı diyorum.
-Sanatçının çevre etkilerinden sıyrılıp sadece sanatını üretebilmesi için yapması gerekenler nelerdir?
Öncelikle sipariş ve ısmarlama resim yapmaya tamamen karşıyım. Bir talebe dayanmak kötü ve köklü bir alışkanlık getirir bence. Sanatçı kendi tarzını her mekana uyarlayacak yeteneğe ve yaratıcılığa sahiptir ve her mekana sanatçının ürettiği yapıt yakışır. Ayrıca böyle talepleri tabela ressamları yerine getirebilir. Eski çağlardaki kiliselerde tasvirlenen dini resimler, uzun konu.
Sanırım bir galerinin güdümüne girmemeli ressam çünkü her galerinin satıcı ve takip kitlesi var ancak sanatını ispat etmiş diğer bir deyişle uzun yıllar sanat alanında kendini kendi sanat dili ile kabul ettirmiş sanatçılar için bu alanlar serbest tabii ki.
Son yıllarda enflasyon yaratan Küratör çalışmaları gibi yönlendirici, sanat üretimini bağımlı bir konuya endekslenmesi,
Yarışmalarda konu ya da Figür/Soyut vs gibi jüri endişeleri,
Modasal tuvaller oluşturmak. Örneğin; Avrupa, Amerika sanatını taklit edenler (üstelik birebir yapanlarda var) özgünleşemiyor ve tabii kendi sanat dillerini oluşturamıyor. Modanın etkisi bitince ressam da aranmıyor, anılmıyor.
Bir sanat dili ve felsefesi oluşturmak o kadar uzun bir süreç ki! Sanat yapan önce kendini tanıyacak, düşüncelerini duruşunu belirleyecek, yılmadan bu yolda yürümeye devam edecek, kendini yetiştirecek, geliştirecek, çok çalışacak ve yukarıda yazdığım şeylerden uzak kendine ait bir sanat söylemi ve duruşu olacak.
-Altına imza attığımız Avrupa Birliği Kriterlerine göre (Kopanhagen Kriterleri) vergi gelirlerinin %5-8' i çevre ve sanata aktarılmak zorundadır. Siz bu paydan hakkınız olanı alabildiğinizi düşünüyor musunuz, almak için neler yapılmalı?
Bizim ülkemiz gibi ahbap çavuş ilişkisi içinde ortamlara eminim bu konu da dahildir. Hayır, haberim yok ve alanlar varsa bilmiyorum. Elbette her sanatçı ve hayatını sanata adamış insanların devlet desteğine gereksinimleri var.
Hem çalışıp hem sanat yapmak yaratıcılığı ketleyen bir durum.
-Koleksiyoner ağına sahip olan bir sanatçının daha avantajlı olduğundan hareketle, sekreterlik türü ofis çalışmaları ile ilgili ne yazmak istersiniz, sanatçı kendi ofisini kuramaz mı, zor mudur?
Öncelikle bir sanatçının koleksiyoncuları ve takipçileri olması için güçlü bir elin arkasında olması gerek artık ülkemizde. Evet, bir galeri meşhur eder, bir süre sonra meşhur ressamın eserlerini satış ofisleri pazarlar. Ama burada tabii yine bir seçilmişlik söz konusu. Bu çark belli bir süre, bir ya da birkaç ressam üzerinden olur. Bir bakarsınız o ressamlar gitmiş yani kapış kapış giden, fuarlarda stantları toptan satılanlar yok! Anlayacağınız bu durum bile hala çok muğlak.
Olmalı mı? Evet, sanatçının menajeri olmalı. Satış ofisleri de her iyi eseri bünyesine almalı çünkü sanatçı resim satmakla, gelir kaygısı ile uğraşmamalı. Yalnız bir konu var ki koleksiyonerler beş on yıl arayla sanat satıcılarına küser ve resim almayı durdurur. Nedeni ise şişirilip meşhur edilmiş ressamların şişirilip fahiş fiyatlarla satılması…
Kurumsallaşmış satış ofisleri sahteciliği önlemek açısından da gerekli bence. Bildiğim kadarı ile kendi atölyelerinde resim satan sanatçılar da azımsanmayacak sayıda. Ben dahil. Kendi satış ofisini kurmak da bir ekip işi ve maddiyat gerektirir. Böyle bir çalışma yapan var mı bilmiyorum.
-Grubumuzu görmüş müydünüz, önerir misiniz ? (ArtCRİTİCS)
Görmedim, elbette öneririm. İnceleyeyim.
-Senelerdir açığız fakat sözleşme denince çekimser davranılıyor!
Evet, herkesin ağzı bir şeylerden yanmış ve yanmaya devam ediyor ne yazık ki.
-Çok kolay ve geçerli bir sözleşme. Kimsenin tablosunu alıp taşımıyoruz, sanatçı satıp yüzdelik ödüyor. Örneği yok yani benzeri yok. Üyelerinin çoğu yabancı. Diyalogumuza dönersek, sanatçı sanat ve başka ilişkiler geliştirirken, camia dediğimiz şey olumlu / olumsuz ne gibi etkiler yaratıyor?
Ben yıllardır yabancı bir satış sitesine üyeyim ama tek bir teklif almadım. Ancak ayda bilmem kaç euro ödersen senin resimlerinin ana sayfada satışa sunuluyor.
Sevindirici bir durum varsa o da sanat camiasının oluşmuş olması. Ama amatör ama profesyonel, fark etmiyor bence. Sanat ortamına ilgi büyük, eğlendirici, özgür, eğitici bir alan ve sanırım pek çok şehrimizde geniş bir sanat izleyici camiası var. Tabii ressam, heykeltıraş, seramik sanatçıları ve onların eş dostlar ve onların koleksiyonerleri, yeni resimleri takip eden satıcılar.
Biraz karışıklık var tabii, sergi açılışlarındaki kokteyllerden sonra bu büyük kalabalıkların pek azı tekrar sergiyi gezmeye gidiyor. İşte onlar benim için gerçek sanatseverler, sanatı anlamaya çalışanlar, sanattan keyif alıp izlediklerinden mutluluk duyanlar. Sanatçıyı tanımak isteyenler, eserleri hakkında sorular sormak için galeri yöneticisinden randevu isteyenler. Sanatçı hakkında anlatımlar ya da soru cevap panelleri yapan galericiler…
Başka ilişkilerle sanat ortamını yoran ve anlamını bozan insanların sanattan ayıklanması gerektiğini düşünüyorum çünkü sanat yapmaya çalışan insanların önünü kesiyorlar bu kolaycılıkla. Yani ahbap çavuş ilişkisi kurarak sanat yoluna girenlerden söz ediyorum.
-Dünyanın her yerinde sanat en güzel günlerini yaşıyor bence, bize de düşen bir şeyler haliyle var. Bir filmde 7-8 yıldızın birden rol alması şimdiye kadar olmamıştı. Sizce uluslararası sanatçı dayanışmaları nasıl geliştirilebilinir?
Uluslararası derneklere üye olunabilinir. Örneğin bizim de Uluslararası Plastik Sanatlar Derneğimiz var. Belli zamanlarda fuarlar, bienaller düzenleniyor. Gerek bizim ülkemizde gerekse yabancı ülkelerde... Ayrıca çeşitli kamplar düzenleniyor ve buralara davet edilebilir yabancı sanatçılar. Bizim arkadaşlarımız da gidiyor fuar ve bienal lere. Çoğu ücretli oluyor ve tabii sanat ürünü jüriden geçiyor. Farklı bir uygulama önerim ise üniversitelerdeki Erasmus Programı gibi sanatçı değişimi yapmak ama torpiller ve öncelikler yapmadan, sırayla. Bunu bizim derneğimiz yapabilir. Zaten Dünya Sanat Günü Dernek başkanımız Bedri Baykam tarafından önerildi ve kabul edilerek kutlamalar başladı. Bu teklif neden kabul edilmesin?
Ek1:
BENLE BEN ARASI
Şiirlerim duygularım, duygularım yaşadıklarım. Dün, bugün, yarınlar...
Resimlerim duyarlılığımın belki ilk belki son noktası. Hislerimin duygularımın benle ben arası koşuşturması şiirden resme, resimden yazılarıma yazılarımdan seramiklerimle sürüp gidecek.
Bu birikim ve sürükleyişler çocukluğumda filizlenen müzik aşkı ile başlamış olmalı.
Sanat aşkımın, tutkumun müziksel ritmi yoğunluğu şiirlerimle kelime kelime duyumsanan, resimlerimle gözlenen, yazılarımla okunan, seramiklerimle imlenen birer aktarıma dönüşsün istiyorum.
Şiirlerimdeki düne dönüklüğü resimlerimde, seramiklerimde, yazılarımda yarını yaşayan bir benle bütünleştirmeyi deniyorum.
Sevgiler odak noktam, binlerce sevgi var sevilesi beklemede. Doymaz sevgi sevildikçe daha da büyür, büyür sevgiler sevgiyle.
Bu bir tutku ise herkesin yaşamında bir biçimde ortaya çıkar.
Şiir olur, beste olur, resim olur, heykel pano olur, roman hikaye olur. Yeter ki sevgisizlik olmasın, sevgisiz kalınmasın.
Ek2:
SANATIM VE BEN
Ne kadar değerli resim yapmak, mutluluğumun sınırlarını genişletmek..
Çevreme karşı daha inceleyici sorgulayıcı gözlerle bakmak, baktıkça görmek... İmgemde yığılan, düşüncemden süzülen görüntüleri, dönüştürdüğüm herşeyi resim dili ile tuvale dökmek.. İçimin renklerini coşturmak, felsefenin, ekonomik düzenin, siyasetin, sosyolojinin, psikolojinin, kültürün diline noktalar, virgüller, ünlemler, soru işaretleri koymak.
Yoz insan yüreğine, yoz toplum düzenine karşı sanatsal tepki dili oluşturmak...
Ne kadar da değerli benim için...
Ne kadar değerli 44 yıldır şiir yazıyor olmak, 10 yaşında Atatürk için şiir yazmaya başlayıp okuduğum her kitap, her şiirden etkilenmek, gördüğüm her filimden, kendimin ve çevremdeki tüm ailelerden, arkadaşlarımdan, dostlarımdan, çocuklarımdan, doğadan, güneşten, ay'dan, denizden, gölden, sevgilerden, acılardan, mutluluklardan, sevinçlerden, üzüntülerden, sızılardan, başarılardan, içimdeki yaşanmış-yaşanmamış tüm duygulardan, olumlu olumsuz herşeyden etkilenip, tüm bu dünyalar kadar hissi, duygu ve düşünceyi, sözcüklerin gücüyle, o küçücük cümlelere sığdırmak ve her insanın kendi duygusunu, yaşanmışlığını duyumsatmak..
Ne kadar da değerli benim için.
Ne kadar değerli yazı yazmak, gözlemlediğim, incelediğim herşeyi bireşim içine sokmak ve düşünceme ulayıp satırlara dökmek... Okumak, öğrenmek, ne-neden-nasıl-niçin'leri, toplumdaki herşeye bu bilgilerle, edinilmiş deneyimlerle 360° bakabilmek.. Eğriyi, doğruyu irdelemek.. İnsanların kendi gözlerinden, kendi duyumlarından farklı bir gözle, düşünceyle, farklı cümlelerle imgemde biriken herbir olguyu dergilere, gazetelere, kitaplara aktarmak.. Sanatın içine dalmak, sanatın özüne varmak, süzmek, elemek, sanatçı eserlerini çözümlemek, hiç bitimsiz sanatın içeriğini yazmak...
Ne kadar da değerli benim için.
Ne kadar da değerli seramik yapmak, insan yapısındaki herbir elemente sahip olan toprakla/çamurla kaynaşmak. Gözünü aklını, ellerini kendine mahkum eden, bir bebek gibi her anınızı kendisi ile ilgilenmeye zorunlu kılan, sanatların en kıskancı ile çalışmak. Çamuru ellerinde sevgi ile yoğurmak, sevgiyle okşayarak modellemek, sevgiyle çamura biçim vermek, heykele dönüştürmek, fayansın, yer döşemesinin, tabağın, bardağın, camın, nasıl yapıldığını bilmek, yapabildiğin için keyiflenmek. Binlerce yıldır toprak altında bekleyen tarihi eserlerin malzemesi ile haşır-neşir olmak, kendi yaptığın seramiklerin de tarihe havale edilecek birer eser olacağını ve bir yerlerden bulunup çıkacağını varsayıp keyiflenmek. Toprağa , çamura egemen oldum sanmak, ama çamur ne isterse onun emrinde olmak, bazen ona yenilmek, yenilmeyince sevinmek!
Ne kadar da değerlidir benim için..
(Bunların ilki 1994 yılında Adana' da bir gazetede yayınlandı. Diğeri doğum günümde kendime armağan ettiğim bir yazı)


















































































































Toplumsal Gelişim Ve Sanat Bölüm 5 KOLAJART Bağımsız Aylık Sanat Dergisinde yayınlanmıştır. 15/03/2020 Modern Çağa ait gelişmeler...