TOPLUMSAL GELİŞİM VE SANAT
2.
BÖLÜM
Türk Kültürü ve sanatın
gelişim sürecini Türklerin Anadolu’ya yerleşme sürecinden başlayarak
inceleyecek olursak; Batı’da Endüstri Çağına gelene kadar yaşanan sürece
paralel olarak Türkiye’deki gelişim nasıl oldu? Bu duruma tarihsel dönem içinde
göz atacak olursak:
Türkiye Osmanlı Döneminde de
batı hareketlerini izlemeye çalışmıştır. Daha önceki çağlardan edinilen
bilgilerden söz etmek gerekirse Türklerin XII. yy’da Anadolu topraklarına ve
daha sonra Rumeli’ye geçişi ile göçebe-yerleşik düzeni, sosyal ve ekonomik
anlamda kentleşme ve merkezi devlet mekanizmasına dönüştürmedeki başarılarından
söz etmek olanaklıdır. Türkler yerleştikleri toprakların kültürü ve IX. yy’dan
beri benimsedikleri İslam dini inançlarını birlikte sentezleyip kendi ifade
boyutuna ulaşmışlardır. Bununla birlikte yerleştikleri topraklarda Antik Yunan,
Bizans ve diğer var olan yerel kültürleri özümsemeleri ile Türklerin Batı
dünyasının yaşam ve kültürüne ilgilerinin başlama nedeni sayılabilir. Türk Sanatının başlangıcı etnik kökenli olup,
Orta Asya ve Uzak Doğu tarihi ile ilintilidir. Özellikle toka, silah
süslemeciliği (Cermen) savaşçı kabile sanatları ile eş tutulabilir. Türkler süreç içinde taş oymacılığı, mimari,
Hat, teşbih, minyatür, çiftçilik sanatlarında olağanüstü ustalığa
ulaşmışlardır. Cami, medrese, han hamam, kervansaraylar ile de mimari ve
dekoratif sanatların doruğuna ulaşmışlardır.
Viyana Üniversitesi, Sanat Tarihi
Enstitüsü Müdürü Prof. Joseph Strzygowski, Avrupa Hıristiyan sanatının
kaynağını araştırırken bu sanatın Helen sanatı ile birlikte Türk-İslâm
sanatının etkisi altında kaldığını, bu nedenle Türklerin ana yurtlarındaki
geliştirdikleri sanatlarının da incelenmesi gerektiğini önemle belirtmiştir.
Strzygowski Türklerin, Kuzey göçebe sanat tarzını İslâm düşüncesi ile de
güçlendirerek zamanımıza kadar korudukları ve bu sanatın hümanistlerin
sandıkları gibi ilkel ve barbar bir düşünce ürünü olmayıp, aksine Akdeniz sanat
dairesinden içerik olarak tamamen ayrı bir sanat olduğunu kaydetmiştir. Asya’da
bulunan Türkler yurtlarından kopup İslâm uygarlığı alanına girdikten sonra
Yunanlılarla kültür temasına girmişlerdir. Bu kültür temasında, bugün
hümanistler tarafından Yunanlılara ve başka uluslara mal edilen uygarlık
ürünlerinin pek çoğunun aslında Türklere ait bulunduğunu, Yunan uygarlığının
Türklerden pek çok malzeme aldığını Strzygowski bilimsel olarak birçok
araştırmasında kanıtlamıştır.(1) (Dünya Bülteni/Tarih Servisi)
Alman-Avusturya
savaş bilgi dökümlerinden, Uzakdoğu ve Orta Asya sanatlarının özellikle
Türklerin Dünya Sanatlarına katkılarının incelendiği programlar J. STRZGOWKY
tarafından Viyana’da kurulan bir enstitüde incelenip yaygınlaşmaya başlamıştır.
Strzygowski 1917 yılında Türk Sanatı kavramını yazması sanat tarihçiliğimizin
temelidir. Zaten Sanat Tarihinin bir dal haline gelişi Avrupa’da başlamış hatta
İstanbul’daki eski camilerin anlatıldığı eserlere karşılık Osmanlıda böyle bir
sanat tarihçiliği yoktur. Ancak XIX. Yy’da Avrupa’daki bazı sanat tarihi
eserleri Türkçeye çevrilmiştir. Türkiye’de Sanat Tarihi yazıları Cumhuriyet
Döneminde başlamıştır ve ilk Sanat Tarihçiliğimizin kurucularından C. Esat
Arseven’i sayabiliriz. Daha sonra İstanbul Üniversitesi ve Ankara
Üniversitelerinde Sanat Tarihi bölümleri kurulmuştur.
İslam öncesi Türk
toplulukları insan figürlerinden çok ağaç ve maden süsleme işçiliği ile
geometrik, spiral düzenlemeleri, hayvan biçimlendirmede de soyut üslupları
duyarlılıkla işlemişlerdir Türk Sanatında bir başka veri ise yerleşik düzen
kuran Uygur Devleti, Budist, (VIII. yy) döneminden kalmış olan mimarlık, resim,
heykel ve küçük el sanatlarıdır. Zaman içinde Anadolu Selçuklularının ve
Osmanlı İmparatorluğunun sanatsal yapılarının Uygur Sanatı ile bağlantılı olup
olmadığı araştırma konusu olup, bağlantılar kurulmaya çalışılmıştır. Dolaylı
bazı yaklaşımlar ise Orta Asya Türk Sanatının Batı resim sanatını etkilediğini
öne sürer. (2) Bu savlar, Çağdaş Dönemde Türk Sanatını etki alanı içine alan
Avrupa Sanatının, daha öncesinde Avrupa Sanatının Türk Sanatının etkisi altında
kalmış olduğunu belirtmek amacına yöneliktir. (3)
Türkler, Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinde mimari yapılarını özgün olarak geliştirmişlerdir. Bu dönemlerin
geçiş süreçleri içinde kentleşme olgusu hızlanmıştır. Kervansaraylar, çarşılar,
camiler, saraylar, sanayi yapılarını barındıran yapılar yaşama alanına
katılmıştır.
Selçuklularda mimari
yapıların iç ve dış yüzeylerinde görülen insani hayvan figürlerinden oluşan
çini ve kabartmalara Osmanlı Döneminde rastlanmaz. XIII. yy. Anadolu’sunda
fresk niteliğinde resimlerin var olduğu, portre ve figürlerin gerçekliği
yansıtma eğiliminde olduğu, doğaya karşı nesnel bir ilginin uyanmış olduğu
gözlenmiştir. Camilerde insan figürleri kullanılmamasına karşın erken dönem
Anadolu Tekkelerinde cinsel içerikli resimlerin olduğu anlaşılmıştır. Bu dinsel
resim anlayışının Orta Anadolu-Kapadokya Bizans mağara resimleri ile ilintili
olduğu ve dönemsel etkileşim içinde olduğu varsayılır.
XIII. Ve XIV yüzyıllarda
görülen resim, heykel alanındaki geniş uygulamaların XV. Yüzyılda yavaş yavaş
ortadan kalktığı görülür. Az sayıda saptanan XIV. Yüzyıl resim sanatı
örnekleri; Nakış-Resim (Minyatür) olarak değerlendirilir. Selçuklularda
başlayan sanatsal özgünleşme, Osmanlıda keskinleşmiş ve doğuya ait eski
kalıplar aşılmış, İslam Dünyasında Türklere ait bir dinamizm var olmuştur.
Bu dönem Türklerin soyut
nakış zevklerinde nesnel bir görüş ve yaklaşımın doğduğu ve yeni bir takım
düzenlere maledici yapılanma içine girildiği saptanmıştır. Bu durum ise sanatta
eş zamanlılık ilkesi ile uygunluktadır ve buna bağlı olarak kabul edildiği söylenir.
Ancak Batı bilgilerinde, araştırmacılar, ısrarla Türk Sanatındaki eş zamanlılık
durumunu İran İslam verilerine dayandırmak gibi zorlayıcı bir çaba içine
girerler. Oysa, Türk Sanatındaki pano düzenlemeleri mekan, etkin ifade üslubu,
güncel yaşamın nesnelleştirilmesinde kullanılan biçimlerin sert geometrik nitelikteki
soyutlamaları; XIX. Yüzyılda uygulanmaya başlayan şövale resimlerinde aynen
eş zamanlı düşünceyle oluşturulmuştur.
Tarihsel süreçte Türk resmi
gerçekçi, belgeci, nesnel, güncel yaşama dönük, değişimci ve gelişimci bir yapı
içinde oluşmuştur. Ancak ilerleyen zamanlarda Türk Sanatı İslami inancın farklı
yorumlara uğraması ve sosyal, kültürel, ekonomik düzende farklılaşan düşünce
yapısı ile belirginleşen ayrımlar uzantısında modern sanata geçiş süreci içine
girmiştir. (4) Fatih Sultan Mehmet döneminde, Venedik’ten gelen sanatçıların
padişah resimleri yapmasına karşın Nakkaş Sinan Beyin Venedik’te Osmanlı
sanatını yansıtan etkilere aracılık ettiği de yaşanan durumlar içindedir. Aynı
zamanda Nakkaş Sinan Bey, Fatih Sultanın resmini nakış-resme yabancı bir teknik
ile gölgeleme ve modle ederek çalışmış olması batı resim anlayışını benimsemeye
yönelik bir çalışmayı belgeler nitelikte sayılmaktadır.
Buna karşılık Latin
ressamlar, renk ögesini kullanmaktaki başarıyı İslam dünyasının zengin renk nakışçılığından
edinmişlerdir. Bu durum Osmanlı Sanatının XV. Yüzyılla başlayan Batıya paralel
gidişine gösterge sayılabilir bir anlamda.
Ancak Osmanlı Sanatı, kendi
iç dinamikleri ile beslenen ve biçimsel dilimi yeni oluşumlara yöneltirken
kendi iradesi ve zamanını belirlemesi yönünden iradeyi hep elinde tutmuştur.
Heykel sanatının mezar
taşları ile aynı plastik nitelikte olduğu görülür. Bu eserler şematik, figüratif
ve soyut geometrik formlardan oluşturulmuştur. Figürsüz ve alçak kabartmaların hakimiyetindeki
sanatsal ürünler, güncel yaşama ilişkin durumları duyumsatmayı amaçlayan bir
yapıdadır.
Mezar taşlarındaki
belirlemeler ölülerin kimliklerini yansıtan yapılanma içindedir. Karakteristik nitelik
taşır. Taşlar üzerinde ölünün kimliği, mensup olduğu sosyal yapı çeşitli yazı
ve işaretlerle belirtilir. Çeşitli meslek ve tarikatlar; kavuk, Yeniçeri
külahı, fes gibi başa giyilen ‘’serpuşlar’’ ölünün cinsiyetini de belirler aynı
zamanda. Mezar taşlarında Kaligrafinin çok yaygın kullanıldığı görülür.
Belgin Balanoğlu Alagöz ©
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder