2 Aralık 2012 Pazar

ADANA' da BAŞARILI BİR VALİ CAHİT KIRAÇ







Bu röportaj Sn. Vali Cahit Kıraç'ın Adana da görevli olduğu süreç içinde (19/08/2005) yapılmıştır ve Ses Gazetesinde yayınlanmıştır. Uzun yıllar çalıştığım Ses gazetesi sahibi Metin Yakın Bey'i Rahmetle ve Saygı ile anıyorum.

ADANA' da İDEALİST VE BAŞARILI BİR VALİ CAHİT KIRAÇ
Röportaj: Belgin Balanoğlu Alagöz
Fotograf: Toygan Alagöz

Çağdaş bir anlayış ve çizgide olduğunu düşünce, davranış ve çalışmalarıyla açıkça yansıtan Valimiz Cahit Kıraç ile oldukça uzun bir sohbet yaptık. İş kadınlarının ve çalışma gayreti içinde olan kadınlarımızın ciddi ve üretken çalışmaları ile ülkenin, ekonomik, kültürel çatısını daha uygar bir yapıya ulaştıracağına inandığını belirten Vali Kıraç, İş kadınlarımızın çalışma hayatı, siyasal ve sosyal yaşamın içinde daha sık yer almalarının gerekliliğini vurguladı. Valimiz Cahit Kıraç, Adana'nın geleceğini çok parlak bulduğunu ve Adana şehrinin şu sıralar her alanda bir hamle içinde olduğunu söylerken, mutluluk ve sevincini, sesinin ve yüzünün ifadesinden anlamak sanırım bu sohbetin en önemli saptaması oldu benim için. Vali Kıraç'ın, zor ve sıkıntılı bölgelerde yaptığı idarecilik görevlerinin kendisine kazandırdığı deneyimlerle, Adana için yapacağı çalışmalarda yüksek başarıyı yakalayacağı sonucu diğer bir saptama olmalı biz Adanalılar için.

Adana, yaklaşık dört bin yıllık bir yerleşim alanı ve tarihi boyunca bu bölgenin ticaretine geçiş sağlama rolü üstlenmiş bir kent. Belde ve köyleri ile şehir merkezinin kucak kucağa yaşadığı ve iki milyona yaklaşan nüfusuyla bir Anadolu kenti…
Çok genç yaşta geldiğim Adana'da, dikkatimi çeken ve gözümün alıştığı görüntüleri sorgulatan ilk şey, ''burada neden hiç yokuş yok acaba'' düşüncesiydi. Bu küçük sorgulama, benim artık Çukurova'da yaşadığımı, kocaman bir Ova'da yaşadığımı, toprağından bereket fışkıran bir ova şehrinde yaşadığımı öğretti ve bu çocukça sorgu bana, bilgiyle yaşanmışlığı birbiriyle ulayarak, sonuçlara varma sistemini öğretti. Tez-antitez-sentez' le düşünebilmeyi, kararlara varabilmeyi…
Burada bir adres sorduğunuzda tarifleri apartman isimleri ile yapardı çoğu kişi. Bana garip gelirdi ve nedenini merak ederdim. Sonra anladım ki müstakil evlerin, köşklerin oluşturduğu bu kentte, apartman-toplu yaşam biçimi de yeni yeni oluşuyor.
Yeşil doğasıyla, caddelerinde, sokaklarında, bahçelerinde portakal-turunç-limon gibi narenciyeler ile süslü, tabiat ananın hiçbir şeyi esirgemeden sunduğu bu güzel, sakin, sorunsuz kente gelip yerleşen herkes, bizim gibi gidemedi buralardan ve şehirle bütünleşti.
Yaşamımın yarıdan fazlasını geçirdiğim bu kentte, beni ben yapan her şeyi öğrenerek büyüdüm, Adana şehri de büyüdü. Tabii Adana'nın bu büyümesinde diğer bir yüz oluştu ve göç dalgasına uğradı. Göç alması, göç vermesi zaman içinde şehrin sorunlarının da büyümesine neden oldu. Özellikle, göç almasının fiziki bir nedeni var, Tarım alanlarının geniş olması. Bu durum, kente civar illerden gelen kalıcı yada mevsimlik göçlerin sürekliliğini sağlıyor. Buna bir de Sanayisinin, Ticaretinin gelişmiş olması eklenince bu cazip konum göçler için mutlak bir seçim alanı oluyor.
Bizlerin yüzeysel olarak bildiği her oluşum, Adana Kentinin genel karakterini vurguluyor. Ancak, bir de bu sürekli gelişen şehrin nasıl idare edildiğini, sorunlarını, gelişim tablosunu Sn. Valimiz Cahit Kıraç' ın bilgilerinden öğrenelim istedim.

Cahit KIRAÇ: 25/08/2004 tarih itibariyle Adana Valiliği görevine atanmıştır ve 19/09/2004 tarihinde Adana Valisi olarak görevine başlamıştır.
Ben bu röportajı yaptığım gün, şehrimizde göreve başlamasının birinci yılını doldurmasına bir ay kalmış durumda.
Ancak söyleşimizden çıkan sonuç; Valimizin bu kısa süre içinde, kent sorunlarına, kentimizi geliştirme adına geçmişte başlatılan projelerin yürütülmesine, yeni projelerin başlatılmasına ilişkin kalıcı çözümlere imza attığıdır. Bu aslında çok da şaşılacak bir durum değil kanımca. Çünkü Sn. Valimiz Cahit Kıraç, zor bir bölge olan Şırnak 'ta ve 17 Ağustos depremi ardından 30/09/1999 – 13/09/2004 tarihleri arasında acı yaraları olan Sakarya'da görev yapmış ve toplumsal her türlü acıya, soruna çözüm üretmiş bir idareci geçmişi taşımaktadır.






VALİMİZ, Sn. CAHİT KIRAÇ ile ADANA SÖYLEŞİSİ

** Sn. Valim, kentimize hoş geldiniz. Kısaca özgeçmişinizi okurlarımızla paylaşarak başlayalım isterseniz söyleşimize. Adana'ya uzanan yaşantınızın seyrini alabilirmiyiz sizden lütfen.
Cahit Kıraç: 1956'da Elazığ'da doğdum. İlk-Orta ve Lise öğrenimimi Elazığ'da tamamladım. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini 1976' da bitirdikten sonra değişik illerde kaymakamlıklar yaptım. 1990-1991 yılları arasında İngiltere'de 1 yıl eğitimde bulundum. İç İşleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığı görevinde bulundum. Şirnak, Aksaray ve Sakarya valiliklerinden sonra da Adana valiliği görevime başladım. Evliğim ve iki çocuğumuz var.

** Adana'da görevlendirildiğinizi öğrendiğinizde neler hissettiniz, görev almadan önce hiç Adana'ya geldiniz mi?

Cahit Kıraç: Evet, tabii ki Adana'yı gördüm daha önce. Hatay'da Kaymakamlık yaptığım sürede gelirdim. Tabii Adana Türkiye'nin dördüncü büyük şehri. Ülkenin değişik yörelerinde görev yaptım. Şirnak'ta, Aksaray'da, Hatay'da çalıştım. Bu bölgeyi biliyorum ve tanıyorum.

** Nasıl bir Adana ile karşılaştınız? Sorunlar ve çözümler açısından Adana kendi içinde ne durumda ve diğer görev yaptığınız şehirlerle bir karşılaştırma yapmanızı istesem..

Cahit Kıraç: Şimdi, bundan önceki görev yerim, özel ve kendisine has sorunları olan bir il idi. Deprem sonrası gittim ben Sakarya'ya, 17 Ağustos depremi sonrası. 1999' da göreve başladığım zaman, Adapazarı deprem sonrası büyük bir sıkıntı içerisindeydi. Enkaz kaldırma, onların yaralarını sarma, prefabrik evler, yeni konutlar, iş yerleri, kamu hizmetleri gibi birçok sıkıntıyı ve sorunu çözerken beş yılı geride bıraktık Sakarya' da. Deprem yaraları da belli bir noktaya kadar sarıldı. Sakarya'nın kendine has problemleri vardı. Süre gelen bir toplumsal ve idari yaşantının seyri, 17 Ağustos depremi ile kesilmişti ve yerini acının, yıkımın onarılmasının da eklendiği çok yoğun bir tablo almıştı.
Adana ise, Türkiye'nin dördüncü-beşinci büyük şehri olarak dinamik bir il. İki milyona ulaşmış bir şehir yapısı var. Aynı zamanda kendine ait dinamikleri de var. Turizm potansiyeli ile, Sanayi ve Ticaret potansiyeli ile ve alt yapı itibariyle yörenin ve Türkiye' nin önemli dinamizmine sahip olan bir il. Bunun sonucu olarak kendine has sorunları ve zorlukları da var. Fakat bu sorunları ve zorlukları çözme yeteneği de yüksek diğer çalıştığım illere göre. Şirnak, Aksaray ve Sakarya'ya göre Adana daha derli-toplu. Sivil Toplum Örgütleri, Sanayisi, Ticareti daha güçlü. Yaralarını, sorunlarını sarma yeteneği daha yüksek ama buna karşın problemleri diğer görev yaptığım illerden daha çok.

** Göreve başladığınızdan bu yana yaptığınız çalışmalar ve ileriye yönelik yeni tasarımlarınız nelerdir?

Cahit Kıraç: Daha çok eğitim üzerinde duruyorum. İlin bence önemli olan sorunlarını saptarken, şunu gördüm. Adana'nın, eğitimde, sağlıkta, sporda ve alt yapıda sorunları var. Şimdi, en büyük sorunumuz derslik açığı. Bunu giderebilmek için büyük bir gayret içindeyiz. Sağlıkta da aynı durum var. Personel ve özellikle uzman doktor açığı, yataklı tedavi kurumlarındaki fiziki alt yapının yetersizliği. Tüm bunları aşmak için özel sektörün yatırım yapması gerek. Hem eğitimde hem sağlıkta hem de kamu ağarlıklı yatırımları hızlandırıyoruz. Eğitimde yaklaşık 4500 derslik, sağlıkta 4500 yatak kapasitesine ihtiyaç var. Bu iki konu üzerinde öncelikli olarak çalışıyorum.
Çözmeye çalıştığımız diğer bir konu, spor alt yapısını kurmak. Gençlerin beden-ruh sağlığı gelişiminde ve erişkin insanların da genel olarak sağlıklı yaşayabilmeleri için spor yapmanın gerekliliğine inanıyorum. Bu düşünceden hareketle çözmeye çalıştığımız diğer konu, spor alt yapısını kurmak. Özellikle, amatör gençlere spor yapabilecekleri mekanları oluşturmak gerekiyor. Kent sahaları, kapalı spor salonları, yürüyüş alanları kazandırmak gerekiyor. Bu mekanlar, Adana'nın nüfusuna oranla yeterli alt yapıya sahip değil.
Bir başka konu ise, Valilik olarak bizim en büyük sorumluluk bölgemiz kırsal alanda. İçme suyu, yol gibi halkın acil ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyoruz. Adana kırsal bölgelerinin yaklaşık 5000 km yol ağının yarısı asfaltlanmış durumunda. Bunu daha ileriye götürebilirmiyiz'in çalışmasını yapıyoruz. İçme suyunda da yetersiz ve şebeke noksanı olan beldelerimiz, köylerimiz var. Bu konu içinde yoğunluklu bir çalışma içindeyiz. Tabii böyle sorunlardan, çözümlerden söz ederken kısa kısa geçiyorum. Derginizdeki yer itibari ile pek çok ayrıntıya girmiyorum doğal olarak.




** Sn. Valim, Çukurova Dergisini Ekim ayı itibariyle çıkardığımız zaman, İl İdari Yönetimi, Belediyelerin çalışmaları, Sanayi Odası, Ticaret Odası, Ticaret Borsası, Sivil Toplum Örgütleri ve kentin tüm iş-sosyal yaşantısını eş zamanlı olarak gündemimize taşıyacağız. Bu da sanırım halkın, yapılan hizmetlere ve gelişmelere daha bir sahiplenmesini sağlayacak. Diğer soruma geçeyim; Adana şehrindeki Sivil Toplum Kuruluşlarının, Vakıfların çalışmalarını yeterli buluyor musunuz, sorunları var mı, çözüm önerileriniz neler?

Cahit Kıraç: Adana'daki Sivil Toplum kuruluşlarını ben gayretli buluyorum. 1500'e yakın Sivil Toplum Kuruluşu var, çok önemsenmesi gereken bir rakam bu. Her alanda her sorun sayabileceğimiz kısımda Sivil Toplum Kuruluşu bulabiliyorsunuz, bu çok önemli. Tüm bu dernekler, arzulanan ve üst düzeyde çözüm üretemiyor olabilirler, o ayrı bir konu. Birleşik kaplar hesabı, önemli olan şehir halkının bir gayret içinde olması ve sorunlarına duyarlı olması. Ama zamanla hem kendileri çözüm üretecek hem de çözüm üretmesi gereken kurumlara aktif iş düşecek. Bu yüzden bu rakamı önemsiyorum ama yeterli buluyor muyum? Daha iyisi olabilir, ancak beğendiğimi söyleyebilirim. Türkiye'nin Sivil Toplum çalışmaları bakımından ciddi boyutlu çalışan illerinden bir tanesi Adana diyebilirim.

** Bu saptama bir istatistiksel bir sonuç diyebilirmiyiz?

Cahit Kıraç: Hayır, bu istatistikler sonucu varılmış bir saptama değil ama benim bu güne kadar çalıştığım illerle ve geçmiş tüm çalışma hayatımın bana çıkarttığı sonuç. Bizler her ne kadar idaresinden sorumlu olduğumuz şehirlerde görev yapıyor olsak da Türkiye genelinde gözlemler de yapıyoruz tabii ki.

** Adana kentinin ticari ve ekonomik hayatına değinecek olursak geçmişe göre bir ilerleme görüyor musunuz, yeni yatırımlar ve teşvikler var mı?

Cahit Kıraç: Adana Sanayisinin ve Ticaretinin geldiği noktayı yeterli görmüyorum. Daha iyi olabilirdi ama Yöresinde başat olarak kendisinden söz ettiriyor diyebilirim. Civar illerle kıyaslandırıldığı takdirde Sanayisi, Ticareti, İhracatı, Yatırım kapasitesini kıyaslayamayız ama Türkiye'nin, nüfusu ile ekonomik büyüklüğü ile 4-5. büyük ili olması itibariyle düşünürseniz izlenen görüntü şöyle; şu an bulunduğu noktada kapasite kullanım oranlarındaki düşüklüğü, işsizlik oranlarındaki düşüklüğünü aşmalı.
Dünyanın 3. büyük ovasına sahip Adana, Çukurova gibi bir bölgedeyiz. Dağ ve deniz turizmine uygun bir alandayız ve doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan, ülkemizi Ortadoğu'ya bağlayan en önemli merkezlerden bir tanesiyiz.
Dünyanın enerji merkezlerinden bir tanesiyiz. Bakü-Ceyhan önümüzdeki günlerde hizmete girecek. Botaş, Yumurtalık ve Mersin'in ortasındayız. Kara, deniz, hava yolu itibariyle Türkiye'nin her yönü ile ulaşılması çok kolay bir bölgesindeyiz.
Bütün bu elverişli ve muazzam imkana rağmen, ekonomisinin ve sanayisinin olduğu yer daha üstte olabilirdi, olmalıydı.
Örneğin; Turizmde daha iyi olabilirdik. Çünkü kültür ve doğa cennetindeyiz. Ama Adana bu problemleri aşacak hem insan gücüne sahip hem planı-projesi olan bir il. Burada biraz gayret ve elbirliği gerekiyor.




** Sanayi odası, Ticaret Odası, Belediyeler gibi Adana'nın ekonomisini, ticaretini, çehresini belirleyen yönetimlerle birlik ve uyum içinde çalışmalar yürütebiliyor musunuz?

Cahit Kıraç: Tabii kesinlikle orada bir sorun yok. Sanayi Odamız, Ticaret Odamız, Ticaret Borsamız, Sivil Toplum Örgütlerimiz ve Belediyelerimizle çok rahatlıkla her konuyu görüşüyoruz. Ortak zeminlerde buluşabiliyoruz, zaten biz bunlar için buradayız.

** Adana halkını ekonomik, kültürel, sanatsal yönden irdeleyecek olursak, genel kültür, sosyal yaşantı, ekonomi, gelir dağılımı açısından hangi noktada görüyorsunuz? Bunların içinde öncelikle gelişmesine ağırlık verdiğiniz yada vermek istediğiniz alan hangisi?

Cahit Kıraç: Adana'yı buradan tek boyutlu göremeyiz. Adana'da birkaç dünya birden yaşıyor. Sürekli göç alan bir yöreyiz, nüfus artışı yüksek olan bir yöreyiz. Adana hem kendi içerisindeki nüfus artış oranı yüksekliği ile onun sorumluluğunu çözme zorunluluğunu üstlenmiş bir kent ve genç bir nüfusu var hem de özellikle doğu, güneydoğudan ve orta Anadolu'dan işsiz, vasıfsız eleman göçü alıyoruz ve bu göç sürekli akış halinde. Dünyanın hiçbir ekonomisi, gelişmiş ülkesi bile böyle %40' lar seviyesinde göç alan ve bu kadar nüfus artış hızı yüksek olan, böylesine genç nüfusun problemlerini çok rahatlıkla kısa vadede çözemez.
Adana'ya baktığınızda farklı perspektifler içinde sorunların olduğunu ve çözüm üretimlerinin de aynı çeşitliliği gerektirdiğini söylemeliyim. Bakın şimdi toplumsal yaşamını incelerseniz, sosyal-ekonomik-kültürel yapısı ile Adana'da birkaç dünyayı birlikte görürsünüz. Şehrin bir kuzey kısmı bir güney kısmı var, varoşlarımız var orada sıkıntılar var. Şehir içinde gelişip büyümüş imalatçılarımızın sıkıntıları var. Çevre şartlarına, hijyenik şartlara uygun olmayan konutlar var, işsiz-güçsüz insanlar var ve bunların yaşam standartları çok düşük. Ama diğer tarafta da tam tersi bir akışkanlık var. İşte bu da çelişki tabii…

** Ama her kentte bu aktardığınız tablo görüntüsü yok mu?

Cahit Kıraç: Şimdi bunu şöyle düşünerek bakmamız gerek. Adana umut dağıtan bir il. Herkes buraya bir ümitle geliyor. İş-aş bulmak, kendine meslek edinmek, kariyer edinmek, yaşam standardını yükseltmek gayesiyle çıkıp geliyor.

**Adana'nın her anlamda yüksek bir çekim gücü var değil mi?

Cahit Kıraç: Aslında her düzeyden insanın göç ettiğini görüyoruz. Eğitimli ve gelir düzeyi yerinde insanlar da seçiyor Adana'yı. Dolayısı ile bu durum, Adana'nın yükünü ağırlaştırıyor. Kendi yöre insanının problemlerini çözme olarak düşünürseniz gerek dünyanın her yerinde gerekse Ülkemizin ilinde, beldesindeki nüfus artışı ve kendi genç nüfusunu eğitirken, sağlık olanaklarını iyileştiririnken alt yapıyı sunmak ve bu tüm alt yapı hizmetlerini götürürken zorlanma ile karşı karşıya kalınıyor zaten. Bir de artıları alıyorsunuz, bu kolay bir şey değil.

** Diğer şehirlerle karşılaştırma yapacak olursak asayiş sorunu var mı? Ne gibi tedbirler alınmakta?

Cahit Kıraç: Asayiş için de az önce bahsettiğim konular geçerli. Bu yapı bizi her zaman dikkatli olma mecburiyeti ile baş başa bırakıyor. Homojen bir nüfusa sahip değilsiniz. Sürekli değişen, göç alan ve göç veren hareket halindeki bir yörede asayişin her an izlenmesi, dikkatli olunması gerektiğini biliyoruz ve buna da dikkat ediyoruz.

** Hükümetle ilişkileriniz nasıl? Çalışmalarınıza destek oluyorlar mı ve hükümetten beklentileriniz nelerdir?

Cahit Kıraç: Ben burada Hükümetin temsilcisiyim, siyasi ve idari yapısının içinde çalışıyorum. Hükümetin programını uygulamakla görevli kamu görevlisiyiz. İşin bu boyutuyla başka bir şey olamaz.
Bizim hükümet kararlarını uygulama görevimiz var ve onların temsilcisiyiz. İdari ve siyasi yürütme organıyız. Ülkenin uygulama planlarını, yıllık programlarını Adana yerel kaynaklarında harekete geçirerek hükümet programlarının uygulanmasıyla ilgili bütün gayretimizi ortaya koyuyoruz. Bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz.

** Çalışma hayatının önemli bir kısmını oluşturan iş kadınlarımızla ilgili görüşleriniz nelerdir, sizce çalışan kadının sorunları nedir?

Cahit Kıraç: İş kadınlarımız ile ilgili beklentim temennim, görüşüm şu dur; daha çok çalışma hayatına girsinler. Türkiye'nin nüfusunun yaklaşık %51' i kadın ama iş hayatının, çalışma hayatının, sosyal hayatının %50'sini bu oranda görmüyoruz. Bence bu büyük bir iş gücü kaybıdır öte yandan çok da başarılı iş kadınlarımız var. Ciddi, üretken ve ülkemize, kendilerine, bulundukları iş alanlarına yararlar sağlayarak yapıyorlar işlerini. Ben iş kadınlarımızın, daha fazla ekonomik-ticari-siyasi hayatta, bürokratik hayatta yer almalarını isterim. Olmalı da, çünkü bir artı değer üretme kapasitesi olan bir ünitenin asılı beklemesinin ülke ekonomisine bir faydası yok diye düşünüyorum.

** Biliyoruz ki bizim gibi az gelişmiş ülkelere ait ''ev kadını'' olgusu var. Ancak bu kadınlarımız çok yetenekli ve üretkenler aynı zamanda.bu ev hanımlarımızı topluma yarar sağlayacak üretkenlik içine almak için başlattığınız projeler var mı yada yeni projeler geliştiriyor musunuz? Bununla ilgili hangi kuruluşla ortak çalışmalar yürütmektesiniz?

Cahit Kıraç: Tüm bu söylediklerinizi Sivil Toplum Örgütleri yapacaklar. Artık bulunduğumuz noktada Devletin, iş aleminin içine girip ferdi çözümler üretmesi ve üretken yapısını bizzat yapması, hayatı bizzat yönlendirmesi diye bir şey kalmadı artık ve bu beklenemez. Sivil Toplum Örgütlerinin amaç ve hedeflerinin içinde olan fert haklarını koruma ve iyileştirme misyonlarına uygun çalışmaların yürütülmesi ile çözülecek sorunlar bunlar. Fert haklarını koruma adına bu insanlar bir araya gelecekler sorunlarını paylaşacaklar.
Tabii Sosyal Devlet olma vasfı itibariyle devletin buna desteği gerekiyorsa onu talep edecekler, onu alma noktasına ulaşacaklar. Artık devlet olarak, sen şunu yapacaksın, sen bunu yapacaksın diye görev biçmemiz onu yönlendirmemizin zamanı geçmiştir. Bulunduğumuz noktada Sivil Toplum Örgütleri fert anlamında teşkilatlanacaklar, kendi meslek teşekküllerini oluşturacaklar ve bunu faaliyete geçirecekler. Temasa geçtiklerinde devletle olan kısmında ise bizim Sosyal Devlet olma itibariyle yapacağımız ve bize düşen kısımlar, görevler her ne ise onların işlerini kolaylaştırıcı davranışlar içinde oluruz elbette.

** Bu ferdi sorunlar halkın bilinç düzeyini de belirliyor değil mi?. Halkın kendi sorunlarına sahiplenmesi gibi..

Cahit Kıraç: Tabii o noktadan da bakabiliriz. Her faaliyetin neticesini ekonomik olarak ölçemeyebilirsiniz. Sosyal davranışlar bunlardan bir tanesidir. Toplum içerisinde her kesimin ayrı görevi vardır. Kimisi elma üreticisidir, kimisi ziraat'la uğraşır, kimi tekstilcidir, diğeri brökratik bir anlamda çalışır ama toplum içerisindeki insanların sosyal faaliyetlerini tanzim etmek de bir görevdir.
Bunun parasal ölçümü söz konusu değildir. Özellikle bayanların bu alanda yapacakları çalışmalarla, insan ilişkilerinde ve rehabilitasyonda onlara çok görev düştüğünü düşünüyorum.

**Adana'da eğitim düzeyi ne durumda, var olan öğrenim kurumları yeterli mi, yeni okullar açılıyor mu, bunların denetimi oluyor mu, özel okulların bu kadar sıklıkla açılması ile ilgili düşünceleriniz?

Cahit Kıraç: Özel okullar da devlete bağlı eğitim politikasını yönlendirmesi ile tamamen devletin verdiği müfredatlarla eğitim sürdürmesi durumunda olan okullardır. Fiziki binalarının, öğretmen maaşlarının belirlenmesi bile Türk Milli Eğitim Temel Kanunu ilkeleri çerçevesi içinde her eğitim kurumunun hizmetini yerine getirme zorunluluğu vardır. Devletin yükünü azalmak adına özel okulların belli ölçüde yararları oluyor tabii ama buna rağmen görüldüğü gibi ihtiyaç sınırı da hala doldurulmuş değil.
Adana 'da eğitim seviyesinin yeterli olduğunu söyleyemem. Hem orta öğretim kurumları arasındaki sınavlarda hem de üniversiteler arası sınavlarda 20'li rakamların üst sırasındayız. 29. sıraya falan rast geliyor. Dördüncü-beşinci büyüklükteki bir kentin bu seviyede olmasını başarılı bulamam. Onun için özellikle bu eğitim kurumlarında bir hareketlilik olsun diye hem idareci seviyesinde değişiklikler yapma ihtiyacını hissettim hem de bu alan yatırım yapıyoruz. 4500 derslik eksiğimiz var demiştim. Bu sene 1500 derslikle ilgili çalışmalarımız var. Bir kısmını başlattık bir kısmı devam ediyor bir kısmı bu günlerde bitmek üzere. Yani 1500 dersliğe tamam diyebiliriz. Önümüzdeki yıllarda buna 1500 derslik daha ekleme gayreti içindeyiz. 3000 derslik biraz daha rahat nefes aldırma imkanı getirecek.
Alt yapısı, laboratuarları, eğitim araç-gerecinin noksan olduğu, öğretmenin yetersiz olduğu bir yerde tek başına öğrenciyi başarılı kılmanız mümkün değildir. Dersliklerle birlikte tüm bunların yeterli olması da öğrenciyi başarılı kılmaz. Velinin okula gitmesi şart. Öğrenci velilerini, donanımlı okullarda, kaliteli idareyle, öğretmenle buluşturmamız şart. Ancak bu üçlüyü ortak hareket eder hale getirsek başarıyı sağlayabiliriz.

** Adana'ya ait son sorum, Adana şehrinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Cahit Kıraç: Adana şehrinin geleceğini parlak görüyorum çünkü Adana yüksek potansiyele sahip. Biz yeterli turizm, sağlık yatırımlarını yaptığımız takdirde hem Ortadoğu'ya ülke dışına hem de doğu, güneydoğu bölgelerine sağlık turizmini verebiliriz Bu gün bölgemizde doğu-batı-kuzeyimizdeki şehirler ve yurt dışı komşu ülkeler için Adana yeterli bir sağlık turizminin alt yapısını oluşturursa bu konuda önemli bir merkez haline gelebilir. Şu sıralar Türkiye 20-25 milyon turist alıyor ama Adana'da turizm akışı yok. Deniz, doğa, kültür turizmi olabilir. Yaylalarımız, dağlarımız,ovalarımız var. 160 km sahil şeridimiz var. Biz Akdenizin en doğusundayız ve Akdenizin bu bölgesindeki sahil-deniz yapısının Antalya'dan ne farkı var. Tüm bunlar yatırıma bağlı. Onlar turizmle ilgili yatırımlarını yapmışlar ve alt yapısını kurmuşlar. Tüm eksiklikleri giderdiğimiz takdirde Adana'nın geleceğinden ben ümit varım, niye ümit varım? Çünkü Adana, Türkiye'nin ilk çıkışlarında, 1920-1930'lu yıllarda adından çok söz ettiren ilk sanayi hamlelerinin yapıldığı bir il. Ama bu bir kesintiye uğramış.
Ben Adana'nın yeniden bir gayretle yola çıkacağına, Adanalılık ruhuyla, Adana'yı sevenlerle ortak hareket etme noktasında görüyorum. Şu an böyle bir ruhun oluşumu da var, bunu iyi değerlendirmek gerek.

** Kesintiye uğramış dediniz, bu neden kaynaklanmış olabilir sizce? Hep alt yapı sağlamlığından söz ederiz öncelikle. Burada da bu yapının kurulmuş olduğu gerçekliği var. Sanayiyi ve buna bağlı olarak ticareti oluşturmuş insanların, artık bir büyük merkezde yaşamak zorunluluğu doğduğu için mi? İstanbul, Ankara gibi metropollere göç ettikten sonra buradaki sanayi birimlerinde bir idare boşluğu mu oldu?

Cahit Kıraç: Şimdi, o gelişme temposunu sürdürememiş çeşitli nedenlerle ama bu tekrar sağlanabilir. Bugünden geleceğe neler götüreceğimizle ilgili çözümler üretmeliyiz süreklilik açısından. Bu işleyişi ve dinamizmi sağlayacak birliktelik gerekiyor. Öyle de bir çaba var.

** Bu ortak çaba, Adana Giyim Markaları Derneğinin (agimad ) kurulma amacı ile de örtüşüyor. Benim çok ilgimi çeken bir dernek oldu bu bağlamda. Adana markalarına sahiplenmek her boyutu ile anlam zenginliği oluşturmakta ve Adana için çok yararlı bir girişim olarak görüyorum.

Cahit Kıraç: Tabii ki Adana'nın bir marka şehri olmalı, her alanda nihai ürününü tam çıktı olarak piyasaya sürdüğünüz takdirde bütün katma değerlerini siz alırsınız aksi takdirde başkalarına gider. Bu boyutu ile herkese düşen görevler var. Adanalı Adana'ya sahip çıkmalı. Bu birliktelikte de bunu görüyoruz sevinerek.

** Bir de şunu sormak istiyorum, Çukurova Üniversitesi içinde yaşayan bir kişi olarak; sıkça duyduğum bir şikayet, Üniversite ile şehir arasında bir kopukluk olduğu, bu kurumun kente gerekli bilgiyi dökemediği söylenir. Ama benim de gözlemlerime göre, bugün artan öğrenci nüfus oranına göre çok yeterli kalmasa da konferans salonları var ve çok değerli konuklar ağırlanmakta. Bu etkinlerde bakarsınız izleyici konuklar yalnızca kampus içindeki öğrenci,öğretim üyesi-öğretim elemanları-asistanlar ve lojman sakinleri. Şehirden katılım yok denecek kadar az, bir ilgisizlik ve çekingenlik var şehir yapısında da. Nasıl ilgiler ve bilgi sirkülasyonu sağlanabilir sizce?

Cahit Kıraç: Bunu Çukurova Üniversitesinin sorunu olarak görmemek gerekir. Türkiye'nin genelinde var bu durum. Biz, bilgiyi üretime dönüştüremedik. Örneğin; Mühendislik Fakültesi Sanayici ile iç içe çalışmalı, Edebiyat Fakültesi Halk Ozanları ile iletişim içinde olabilmeli ama dediğim gibi bu sorun Ç.Ü. 'ne ait bir sorun değil. Haklısınız bir kopukluk var ama bunu, hiç kimsenin üniversitenin kabahati gibi bir yaklaşım kurarak düşünmemesi gerekir.Türkiye'de 100'e yakın Üniversite var, binlerce öğretim üyesi olan bir ülke. Tüm bunların bilimsel üretimlerini ürüne dönüştürmek durumundayız.
Adana Valiliği olarak ARGE çalışmalarımızı yapabilmeliyiz. Bir fabrika yapacağı çalışmaların ARGE' sini yaptırabilmeli. Bu bir eksikliktir. Katılıyorum. Bu tek başına Üniversitelerin sorunu değil ama halkla bilim arasında iletişim kurulmalı.

** Bu yoğunlukta bir yaşantıyı sürerken ailenizle ortak ilgileri kurmak için zaman bulabiliyor musunuz?

Cahit Kıraç: Tabii ki buluyorum. Eşimi ve çocuklarımı ihmal etmiyorum. Zaten tüm görevlerimde onlar da benimle birlikte yaşadık her zorluğu ve olumlu güzel durumları. İdareci olarak her gittiğim yere onlar da geldiler. İyi ve kötü günlerimizde beraberdik. Belki diğer ailelere göre az zaman ayırtmak durumundayım ama bu az zamanı da onlarla geçiriyorum.

** Kendinize özel zamanlar ayırabiliyormusunuz, hobileriniz var mı, spor yada sanata karşı ilginiz var mı?

Cahit Kıraç: İmkan bulursam yürüyüş yaparım,Bilardo oynarım, Pinpon oynarım. Sanatla ilgili olarak, Sivil Toplum Örgütlerinin düzenledikleri etkinliklere katılıyorum. Müzik, tiyatro, sergi gibi etkinliklere katılıyorum elbette.

** İş-Kadın ve Evim dergisini nasıl buldunuz? Hazırlığı süren Çukurova Dergimiz için düşüncelerinizi ve önerilerinizi alabilir miyim.

Cahit Kıraç: Öncelikle Çukurova Dergisinin bölge için hayli yararlı olacağını düşünüyorum ve Bölgenin iş hayatına ivme kazandıracağına inanıyorum. Adana'nın ve bu bölgedeki illerin tanıtıma ihtiyacı var, ürününün tanıtılmasına ihtiyacı var, ürününün markalaşmasına ihtiyacı var. Adana'nın tarihi, kent çehresi, iş yaşamı gibi çok zengin bir içerik hazırlamışsınız yayın yönetmeni olarak ve İş-Kadın ve Evim Dergisinin buna destek olmasını ümit ediyorum ama zaten siz de bu bünye içinde yola çıktığınızı ifade ediyorsunuz. Kaliteli ve baskı olarak da çok mükemmel bir dergi bu, profesyonel bir dergi. Size tüm sorumluluklarınızda başarılar diliyorum.

** Eklemek istediğiniz bir şey var mı, okurlarımıza ve Adana halkına bir mesajınız var mı?

Cahit Kıraç: Teşekkür ediyorum, okurlarınızın büyük çoğunluğu Adana halkı olacak Çukurova ek dergisi olarak ama İş-Kadın ve Evim Dergisi olarak Türkiye'de yayın yapıyorsunuz, Çukurova Dergisi de Türkiye geneline dağılacak birlikte Adana için faydalı yanı bu. Herkese saygılar sunuyorum, sağlıklar diliyorum size de başarılar diliyorum. Çok kaliteli bir dergi çıkarıyorsunuz, inşallah derginizle ilgili yaptığınız çalışmalarınızın başarılarını hep birlikte izleriz.

-Sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için ve değerli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim……

Sn. Valim, İş-Kadın ve Evim Dergi ekibim ve ben Adana'mızda uzun yıllar görevinizi başarı ile sürdürmenizi diliyorum ve başarılar diliyoruz.

Belgin Balanoğlu Alagöz

23 Haziran 2012 Cumartesi

MUTA-MORFOZ KENT’LER


 Murat Germen

rh+ artmagazine Sayı: 87 Şubat 2012 yayınlanmıştır.

Mutasyon ve Metamorfoz’ un
Kentsel Yapı Üzerindeki Etkisine Göndermeler
Bir şehrin değişiminde rol oynayan etkenler, O ülkenin Sosyal/Siyasal/Kültürel/Ekonomik yapısı ile yakından ilintilidir. Kaldı ki, hız çağına eriştiğimiz bir dönemde ‘değişim’ yaşanmadan varılan nokta çoğu kez ‘dönüşüm’ olarak gözlenmekte. Germen’ in incelemeye aldığı bu şehirlerin yapısı, ‘Muta-Morfoz’ (Mutasyon/Metamorfoz) serisinin isim olarak açılımı tam da bu noktada kesişmekte. Sanatçı bu serisinde çalışmasına uygunluk içindeki bu iki kavramı birleştirerek fotoğraflarında konu ettiği kompozisyonları soru işaretleri, ünlemler, paraflar, virgül ve kullanılan tüm dilbilgisi noktalamaları ile kullanmakta bana göre. Sorguya ve yoruma açık, hicivle ve eleştiriyle bakışa daha açık. Bilinir ki, sanatçı, eserlerini üretirken kimin ne düşünce üreteceğinden yola çıkmaz. Kendi sorunsalından yola çıkar ve sanat ürünü artık binlerce yoruma açık geniş bir perspektifte yaşamına devam eder. Bir eserin sanat ürünü olması için yaşaması gereken süreç de budur, olması gereken de budur.


Hiç şüphe yok ki muhteşem bir görsel şölen ile sanat ortamına dahil olan Muta-Morfoz serisinin estetik ve sorgulayan yanı izleyenlere, kendi bakışları ile çok ‘şey’ ler düşündürtmeye devam edecektir. 
Murat Germen, fotoğraflarındaki reel’ den beslenen ve ama sürreal etkiye dönüşen ve sanki düzenlenmiş bir etki yaratan bu fotoğraflar, sıradanlaşan günlük görsel bakışımıza dikkat çekmekte. Sanatçı böyle bir amaç ile yola çıkmış olmasa da fotoğrafın belgeleyici özelliği belleğimizin arşivinden daha sarihtir. Dışardan, uzak ya da yakından topyekûn görmemizi sağlar. Diğer bir değişle böylesine birleştirilmiş fotoğrafları üreten sanatçı ve dolayısıyla alımlayıcı/izleyen 3.göz durumundadır.


İnsan olma edimimize bağladığımız yaşam gerçekliğimiz olan değerler, referans olma noktasından hızla uzaklaşırken, öznel ve nesnel boyutlarda kısalmalar içine giriyor-girmekte-dir. İnsansal yaşamın düzeneğini oluşturan ve insanın toplumsal yaşamı var edişindeki inşası, topyekûn soyut-somut unsurlar içeren ‘Geleceği Biçimlendirmek’ teması ile belirlenmiştir tarihler boyu. Yeni Dünya Düzeni içinde Popülizmin yarattığı ‘Kavram Sahteciliği’, kavramların kendi içinde ‘Karşıtların Birliği ve Çatışması’ ilkesini de (Herakleitos) hatırlatmakta bize… 

Murat Germen, aldığı eğitimler ve sanatçı kimliği ile ürettiği eserlerinde, sanat’a farklı bir boyutta farklı söylemlerle katılıyor. Kent tasvirlerinde tanık olunan betimlemeler, çeşitli ülkelerin çeşitli kentlerinde, günübirlik yaşamların yer aldığı alanlar, sanatçı tarafından analitik gözleme dayanan ve ama sanatsal görüş ile raptedilen an’lar olarak giriyor kadraja. Ne ki, zaten Germen,  kent tasvirleri analizinde, doğup büyüdüğü/yaşadığı şehrin çok kültürlü doğasından beslendiğini ve sanat alımlayıcısının/izleyicisinin yaşadığı Kent’e ait anılarını dürtüleyen bir şeyler görmek istediğini de biliyor. Ve böylece içsel tepileri ile herbir biriken bilgi eşliğinde Kent Tasvirleri serisi de giriyor sanat kariyerine.  


Germen fotoğraflarındaki, İçiçe geçmiş yaşamlara özdeş, içiçe geçmiş mekânların kritiğine bakacak olursak; ikili zıtlaşımları biraraya getirmenin özündeki eleştirel bakışı ve paradoksal iletiyi yadsıyamayız. İnsan, yapılandırdığı sosyal evrimin içini ne ile doldurduğunu, neden boşaltıp niteliksiz içeriklerle doldurduğunu ve toplumlara pompaladığı sorunu ise küresel boyutta incelenmeyi gerekli kılıyor kanımca!  Zira kültürel ve tarihsel yapının, bulunduğu coğrafyaya aitliğinden uzaklaşmak, tüm ülkeleri değişik zamanlarda etkisi altına alıyor. Tarihsel yapısı örselenen her şehir, yanılsama yaratır bizde. Burası, ‘bu şehir değil’, ‘Hayal Kent’ etkisindedir, İstanbul fotoğrafı Meta-Morfoz’ da algıladığımız. Tüm bozuntuları Yeni Çağ dönüşümü ile örtüştürmek doğru bir olasılık olabilir mi? Ya da Çağ Kırılmaları diyebilir miyiz? Tüm bu haller içinde, kent dokusundaki eski eserlerin talanını modern yönelim ile bile düşünecek olursak; günlük yaşamdaki dışavurumların simgesel dile dönüşümü büyük olasılıkla öze dönme ile ilintili olacaktır.



Post-modern yaşam biçimi ve Siyasi Yönelimler her ne kadar Zamanın Dönüştürülmesine ve Coğrafyalardaki Kültürlerin ve Mekân-Doğa’nın tahrifine olanak yaratıyor görülseler de, sağlıklı bir özne, ansal geçişlerle yaşamını kurgulamayacaktır, öz’ den beslenerek yaşamsal olguları seçecektir.




İstanbul anakent’ inde (metropolünde) yaşayan her sınıftan insan ve bu şehrin kocaman şişkin yüreğini oluşturan çarpık yapılar, sanatçıya göre şehrin geleceğe yönelik sorunlarla savaşmasında bağışıklık oluşturan bir yapı. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışmış olmasına karşın… 

Muta-Morfoz serisini incelemeye başlarken, Sosyolojik, Siyasal, Ekonomik, Antropolojik araştırma istemi uyandırdı bende. Ve böylesi bir şehirde yaşantı kuran insanların yaşadığı psikozlar, paradokslar!. Bir yandan üst üste yığılmış binalar, Osmanlı Minyatürlerindeki eşzamanlı yaşamların tasvir anlatımını çağrıştırırken öte yandan kışkırtıcı bir biçimde tarihler boyu medeniyetleri kucaklamış bu toprakların altındaki geçmiş yaşamların ruhunun tütmesini izledim.  Modernliğin, Post Moderniteye uzanan kısa yolculuğunda katlettiği ‘’İdeolojilerin Tükenişi, Evrensel Değerlerin Çöküşü, Tarihin Çöküşü’’ gibi birçok norm’ un, aynı ‘Hayal Kent’in’ siluetinden geçişini izledim, diyebilirim.



İnsan, doğal olarak toprağın altındaki kültürlere yabancı bir kitledir ve aynı kitle tarafından yeniden yapılanan Modern Yönelim içinde olan bir kitledir. Aynı zamanda, Yerel’ den Küresele uzanan gündelik gerçeklikler ile yaşayandır. Kentlerin olumsuz, çarpık gelişimini destekleyen Alt Kültür/Üst Kültürün somut verileri, şehirleri oluşturan binaların birbiriyle uyumsuzluğu gibi bir benzeşim içindedir. Yerellik ve Evrensellik arasında bocalama sürecinde sıkı sıkıya birbirine bağlıdır.




Bir Kent’te, panoramik bakış ile yakalanan onlarca görüntüyü yakın çekim gibi izlemeye başladığınızda, sokakların, evlerin, İş Merkezlerinin ruhları da konuşmaya başlar sizinle. Yaşamın içinde ve yaşamsal tüm bileşenlerin yarattığı dinamiklerin, sessiz gelişimi ile güç savaşına dönüşen bu akıştaki süreçler, kimi zaman trajik kimi zaman trajikomik durumlara tanıklık ettirir bizi. O kadar olağandır ki hız çağındaki bu değişim, durumları ya olduğu gibi kabul edersiniz ya da tam düşünürken yeni bir durumun sentezine başlarsınız. Ancak, bu çarpık değişim yerinde durmaz ve yoluna devam eder. 







İşte tam da burada, Germen imgeleminde yığılan hayata dair her bir görsel ve düşünsel bilgi birbirini tetiklerken, makinesinin deklanşörü de kendisine eşlik etmekte ve bizleri bir dolu sorguyla başbaşa bırakan imgeler bileşimini sunmaktadır. Şimdi artık fotoğraflarda görülen her mekânın niteliği, ilk anda birbirinden farklı-aynı filmlerin parçası (fragmanı) durumundadır. Fotoğraf öyle bir etkidedir ki gözünüzü kısıp baktığınızda yerinde olması-olmaması gereken parçaları ‘pazl’ gibi yerleştirmek istemi ile dürtülenirsiniz. 





Murat Germen’in Muta-Morfoz serisinde yer alan İstanbul fotoğrafı, yalnızca binalardaki zıtlaşımı değil bu mimaride yaşayan insanı ve ruhunu da öyküselleştirir bize. Sanatçının kadrajında yer alan şehir yapılanmalarındaki göndermeler, Kent Mimarisinin Kent dokusuna taban tabana zıt gelişimini görselleştirirken, eş zamanlı olarak söyleme dönüşüyor. Çığlık atan gecekondulardan yükselen varoş yerleşkeleri ile birlikte, yine aynı alana yerleşmeye uğraşan plazaların henüz yerine oturuşamayan durumuna ve diplerde yaşanan kültürel yapının yanında yer alırken sanki plazaların da ora’ya aitlik savaşı verdiğine tanıklık ettirmekte belki de! Sanatçının diğer çalışmaları arasında yer alan dünyanın birçok şehrine ait yaptığı benzer çalışmaları da her kentin kendi ruhunu yansıtan birer belge niteliği taşımakta.

Germen Muta-Morfoz serisinde kendi dikkatini çeken kesyap (kolaj) görünümünü aynı kadrajda birleştirip alımlama ve algıya geniş bir izlence sınırsız bir anlak sunmakta. Ve tabii sorgulamaya açık binlerce pencere…

Şimdi, bu atmosferde eğrelti olan plazalar mıdır, yoksa sığ kalan varoşlar mı?

Hangi alan özgürce varlığını ortaya koymakta, kabule yollanmaktadır?

Hangisi bu Kent’e ait yapılanmadır? Plazaların görkemli yapısı mı, varoşların vurdumduymaz duruşları mı?

Her iki kültürün, birbirini ötelemeden birlikte yaşamaya devam edişi mi?

Gerçek yaşamda birbirlerini reddetmeyişi ve ama aynı zamanda birbirlerinden taban tabana zıt yaşamlar sürerken birbirlerini kabulleri ve yine içselleşen birbirinden farklı düşünsel-duygusal, kırgınlık, ego dürtmeleri mi?

Öyle ya! Bir yanda ‘Modern Peri Masalı’ güncesi diğer yanda çok yorgun insanların belki bezgin ve alçak gönüllü yaşamlarının güncesi…

Germen’in çeşitli planlardan oluşan Kaotik şehirleri, yeniden düzenlenmeyi beklese de sanatçı tarafından bir önerme değildir ve alımlayıcı tarafından da bir önerme olarak algılanmaz. Burada insanı ikirciklendiren bir durum vardır ama izleyen tarafından belki de bilinçaltına itilir. Daha sonra şehrin karmaşasının (kaosunun) yarattığı bir söyleşide kullanılmak üzere. Sanatçı, tarihsel dokunun korunmasından yola çıkarken, planlı bir şehir yapılanmasından uzak olan kentleri, kendi dili ile estetize ederek, bakmak-görmek istemediğimiz biçimleri keyifli bir sorguyla izlenir kılar ve gizlice-apaçık ironi yaratır.




Germen, Mimari kariyerine zıt bir tavırla sanatsal söylemini yollamaktadır algılara. Bu söylemde şehir planlama sorunsalına yer vermez. Çünkü varolan gerçekliğin izini sürerken sanatsal kaygılarla gezmektedir tüm şehir sokaklarında. Sorunsalı çözüm üretmek/sorun dillendirmek değil, sanatçı duyarlılığı ile apaçık iyi/güzel/yanlış/doğru’ ya bir ünlem koymaktır.  
Yine aynı duyarlılıkla göç dalgaları ile kaotik bir çehreye bürünmüş anakentlerin (metropollerin), şehirlerin izlerini sürmeye devam etmektedir. Sıkça karşısına çıkan Plaza/Varoş ikilisinin dramatik yapısından yola çıkarken, bu somut ikilemin insan düşünce ve ruhsallığında yarattığı ve ama farkına varılmadan yaşanan ‘an’ görüntülerinin derin izlerine de vurgu yapmaktadır.

Sanatçının fotoğrafındaki herbir kadrajı ayrı bir öyküyü gizliyor aslında. Hatta denilebilir ki fotograftaki her mekânın kendi yaşanırlığını dikkate alırsak, yüzbinlerce yaşam öyküsünün biraz sonra oynamak üzere dondurulmuş film şeridindeki bekleyiş sürelerine denk düşüyor. Bir kent örüntüsündeki kurulan sosyalizasyonun sözsel anlatımı uzun, bu zıtlaşım içinde sessizce kavga eden mimarinin yeniden yapılanması daha uzun. Tüm bu görüntüler, günlük hayatımızdaki sıradan izler olsa da, anakentlerdeki hızlı değişimin sürekli ve çarpıklaşan yüzüdür. Ve yine aslında, sanatçının, ‘’yeniyi reddetmemek’’  kadar bir reddedişi vardır ki, ‘’eskiyi yok etmek’’. 



Modern yapılanma, ait edildiği alan için doğru bir öğütleme (referans) olabilmekte midir? Yapısal yerleşimler arasındaki uçurumun, kültür ve yaşam pratiklerini de im’ lemiş olur böylece. Sanatçı, ait olduğu şehirde bir gezgin durumundadır. Şehirlerde adeta ‘görmedim-duymadım-konuşmadım’’ oynanmaktadır topluca. Adeta, huzursuzluğun içinden, ince ince sızan huzuru bozmak kaygısı egemendir tüm kentlere. Belki de hepsi kendi içlerinde, şehirlerinin ruhu gibi zıtlıklarla doludur, belki de benzeşim bu noktada başlar! Kısacası bu körleşmenin, yargıdan öte, onaylamanın egemenliğinde olduğunu başat olarak düşündürtebilir bize. Fotografın içine girip gezintiye başlandığında şimdiki zaman karşılar bizi ve gelecek zamana doğru yola çıkarsınız. Oysaki kentin ruhu ayaklarınızın altındadır. Sayısız katmanlarda gizlenmiş medeniyet izleri, sandığa kaldırılmış ve herşeyi ile şehirlerin altındaki dehlizlere terk edilmiştir adeta! Bir de getirim (rant) kazanan tarihi binaların sözde kaderine terkedilişi! 




Yatay genişleyerek şehrin il sınırlarını zorlayan bu şehirlerin bir de dikey uzantıları vardır. Bu dikey örüntü, toprak altında kalan ve çoğu kez toprak üstünde yeniden varolan medeniyetten farklı olan ruhu taşırlar. Çünkü artık yüzeyde gökyüzüne uzanan plazaların medeniyeti başlamıştır. İnsanlar topraktan çok uzaklaşmışlardır ve ilişki böyle bir anlamda da anlamını farklılaştırmıştır. Belki de uyumsuzluk ve çelişki tam da buradadır. Kaçınılmaz öteki-leşme vardır dün-bugün-gelecek yapıları arasında. Geçmişten uzanan tarihi dokuyu öteleyen bugünün sıradan yapıları, varoşlar, plazalar… İnsanların öteki-leştirme ruhu mimariye de bulaşır baskın güç olarak. Genel olarak göçlerin getirdiği birbirinden farklı kültürler, yaşam pratikleri doğar bu kentlerde. Belirli binlerce nedenle yerlerinden yurtlarından kopup gelmişler için yeni biçimler oluşturulur ki, bu oluşum toprak altındaki saklı kültürlerin yeni sürümü olarak çıkartılmış ve topluma sunulmuş bozuk bir biçimdir!. Bu kültürlerin birbirinden farklı yaşam pratikleri, yaşam gerçekliğine dönüşür,  yapıları ile kendi yaşantılarını kurar. İşte çok renklilik de böylece kol gezer şehir ruhunda.



Varoş kültürünün yoksun ve dramatik yaşantısı, yüzlerce yöreden gelen gelenekleri ile kendi mekânlarını, değerlerini ve siyasi/ekonomik/eğitimsel/sosyolojik/ideolojik unsurlarını yine kendi içinde harmanlayarak yeni bir renge, ses’e, yeni bir yaşam pratiğine ulaşırken kendi içinde kapanık bir yaşam düzeneğine dönüşür. Her tür yoksunluk içinde yaşayan baskıcı toplumlarda, meramını anlatabilmek için ‘hiciv’ ile cevaplar verilmiştir. Arabesk, varoş kültürünün dram ile dolu yaşantısının soyut dillendirilmesinin özetidir. Öykü ifade dili ise gerçek yaşamları…  



Bir de iki kültür arasında kalmış insan Tema’ları vardır ki, onlar, sanki sürreal bir ruhla yaşarlar. İki tarafa gider gelirler, tanışıklıkları vardır, iletişimleri vardır. Sanki toplumun taşıyıcı gövdesidir onlar. İki ayrı kanatta uçan kültürün taşıyıcı aktörlerinden oluşan üçlü şehri sarar sarmalar.




Tıpkı, sanatçının İstanbul fotograflarında Gündüz ve Gece etkisindeki farklılıklar gibi farklı etkiler ile yaşama karışırlar. İstanbul’ da yaşayan herbir kişi ‘İstanbul Geceleri’ tanımına çok aşinadır. Geceleri tuhaf bir etkiye bürünür İstanbul. Telaşı farklılaşır, insanı farklılaşır, çehresi farklılaşır, sorunu, çözümü, kaygısı farklılaşır. Işıltılar, meşum karanlıklar el eledir, içinde her rengin olduğu bu şehir gizemli ve romantiktir, mutludur. Ağlayanlar, mutsuzlar, yoksunluklar bir kenara çekilmiştir, gece koynunda saklamıştır sabah sobelenmek üzere.  Bu şehir geceleri herşeye inat gündüzün tüm görevdeşliğini (sinerjisini) gecenin karanlığı ve ışıltılarıyla kendi içine çeker. 


Modernite çağının her türlü görsel yığıntısı gibi o yere ait olmayan her tür binanın çatırtısını ve bir kentin patlamak üzere olduğunu yollar algılara Murat Germen’ in Muta-Morfoz serisi. Fotograflardaki dikkat çeken diğer bir durum ise, yeşil alanların bir ganimet unsuru gibi binalar tarafından hızla ele geçirilişidir. Bunca sıkıştırılmış binalar, gözden kaçan-kaçmayan bir ögenin varlığını-yokluğunu vurgular; ‘’KAMUSAL ALANLAR’’! 



Mimari, bir ülkenin, bir toplumun hayatı kavrayış, üretiş ve tüketişinden yansıyan bir aynadır. Kentsel gelişim çok kültürlü ülkelerde/şehirlerde, değişim ve dönüşümünü yaşarken, tarihsel örüntüsüne, doğal çevresine uyumlu bir paralellik içinde gelişmedikçe zorunluluğa dönüşen bu yapılanma, sıkıştırılmış mekânlardan, üst üste yığılmış-yarı yıkılmış izlenimini veren bir Kent görüntüsünden öteye gitmeyecektir.

İşte Murat Germen’in Muta-Morfoz serisindeki Kent Tasvirleri; bir şehir yaşantısında olağan görünen gelişimleri, kavramları ile birlikte olgusal olarak irdelememizi sağlar. Bir de Şehir Planlaması gerçeğini!


11.01.2012 İstanbul

Belgin Balanoğlu Alagöz       

30 Ocak 2012 Pazartesi

EKREMKAHRAMAN RESİMLERİNDE




Kavramsal Olguların Sanatsal İfadeye Dönüşümü


ARETE SANAT GALERİSİ EkremKahraman Sergi Kitap Yazısı, 
Aralık 2010  


Bir insan düşünün ki; resimlerinde doğayla kendini tümleyen… Bir insan düşünün ki, şiirlerinde, düşüncesinin yüreğine akışını doğaya ulayıp, onunla benzeşen… Bir insan düşünün ki, yazılarında, tüm doğallığı ile olumlu-olumsuz her gelişimin kendi payına düşen kısmını bir bütünde bölüşebilen... Bir insan düşünün ki, tüm bu sanatsal çıkarımlarını resim düzlemine seren… Böyle bir insanı anlamak, O’na açıklık kazandırmak, ifadelendirebilmek çok incelemeyi, derin dünya bilgisini, düşünme-anlama yetisini, had safhada duyarlığı gerekli kılar.

Dolayısıyla, yarattığı ürünlerin durumu da budur. Sanatsal çıkarımları için yaptığınız her yorumlama; birbirini sürükleyen, birbiriyle bağlantılı gelişen, karşıtı olarak kesişen tükenmez bir devinime gebe olarak başlar. Böylece, evrendeki her şeyin insana aitliğindeki ilgisinden hareketle, çoğalan bilgiyle özdeş gelişen anlam ve duygu artımı, insanın doğa karşısında çaresiz kalışına upuygun kılıf hazırlar. Birey, bu kılıfı yırtmak üzere, doldurur kendi imgesine her bir tanımlamayı, yeri geldiğinde kullanmak üzere…
          
Çukurova’ da yaşamış bir insan, iniş çıkışları olmayan bu coğrafyada, önünü-ileriyi- öteleri çok iyi görür. Bu koşulla eğitilir gözü, belleği, yüreği, benliği. Çukurova’nın sonsuz atmosferinde, bir üflese rüzgâr her yeri sarar, doğa aynı anda tozur. Bir birikmiş bulut çözse uçkurunu, aynı anda sel basar Çukurova’yı… aynı anda bereketlenir toprak güneşin ışıklı ateşi ile… Doğasal bir adalet seyreder bu coğrafyada. Tüm bunlardan payına düşeni almıştır ekremkahraman
        

Kahraman’ın ruhu, Yörüklüğünden gelme genlerle oluşmuştur ve bunlarla yönetilir. Durmaksızın dinlenmeksizin sürekli olarak hep verimli yerlere göçer. Bir bakıma resimlerindeki sonsuz sınırsız yüzey, her santimetre kareye göçmek için onun ruhunun denetlenemez bir biçimde çoğalttığı alanlardır sanki!


Gerçek/düşlem, sanat/eylem, düşünce/söylem, O’nun sanatsal çıkarımlarında yalnızca birkaç öğeden birkaçıdır.  Yaşamsal gerçeklik, duygu ve düşsellik, yeniliğe açık bir anlak, geniş dünya görüşü, sanatsal birikimi sağlayan sınırsız gözlem, yaşadığı ülkeye, bireye, topluma, dünya uluslarına ve çağa duyulan sevgi ve sorumluluk duygusu vb ise diğerleridir. O’nun sanatsal edimi, bu entelektüel yapılanmalar ile donanmıştır. Bu donanım onun sanatsal eylemine çok geniş bir alan açar.


Kahraman’ın kendi resimleri üzerine imge yüklü, hülyalı bir savı vardır. O, çiftçidir ve topraklarını eker. Çiftçidir ya! Resimleri; çiftçi/Kahraman, sanatsal sorunsalı; resim/toprak olur ve bunlar da bu topraklar üzerinde yaşayan insanın kendi yarattığı kavramlar ile sosyaliteye bakışı ve tepkileri haline gelir. Bu bir bakıma çağdaş sanatta yeni bir ifade, kavrama-kavratma biçimidir. Yani, çiftçinin üretim-sosyal rolündeki emeğe dayalı edimsellik ile Kahraman’ın kültürel-sosyal rolündeki, sanatın çok boyutlu gelişimindeki ulaşılmazlık, edimsel olarak birbiri ile örtüşür. Resim düzlemindeki sanat oluşumu/gelişimi, tohumu ele alış biçiminden, onu değerlendirme biçimine ulaşan tavırda ve yeni bir canlı yaşamın başlatılması koşullarının bu yaratıma eklenmesi ile gerçekleşir. Tohum da irdelen kavramlar-değerler ve tarihsel gerçekleri oluşturan insanın yarattığı her bir durumun, doğayla uyumu ve uyumsuzlukla gelişen tüm boyutları ve de fiziki gerçekliğin devinimsel halidir.


Kahraman resimlerinin yorumu, her şeyden önce geniş zamana ait fiillerle vurgulanmayı gerekli kılar. Nedenselliği ise; sanatçının yaşama bakışının gerekçesi olan ussal gelişiminin, duygu örüntüsü ile kurduğu diyalogla ilintilidir. Ancak yalnızca bu değildir nedensellikteki etken. Bilinçli bir usun anlak düzeyi onu zamanla ölçümlenen tüm dilimlerde devindirir durur. Bu demektir ki, resimlerinde yer alan her bir obje, onun imgesinde biriken anlamlarla yüklenerek girer resimlerine.
       

Resimlerinde insana ait doğasal örgenlik (organ; insanın duyarlığını-tepki gösterme özelliğini, çevreyle özdek alışverişini sağlayan nedeni oluşturan en küçük birimin bu fenomendeki/görüngüdeki gelişmiş hali), ve olgu (görüntü-olay) örüntüsünü, biçimsellikle uzlaştırılan fantastik öykülendirilmesi gibi olsa da, gerçek dışı yapılandırma aklın, bilimin, gerçekliğini de resimlerin içinde devindirir karşıtı olarak. O, resimlerinde, özdeklere  (doğal cisimler, ağırlığı olan nesne) yüklediği anlamları kendi imgeleminde değişime uğratır. Eş deyişle, anlamsal başkalaşım (metamorfoz) yaratır. Bu da elbette çağdaş sanatta farklı bir aktarım biçimidir, farklı ifadelendirme dilidir. Bu dil gerçeğin gerçeklik olarak bilinen koduna, yeni bir soru gönderir: “Bu, bu-mu’dur sahiden de?” Dünya üzerinde kurulmuş düzen ve dengeye kendi imgelemi aracılığı ile başkalaşım (metamorfoz) uygulanır ve böylece bilinen her şey alt-üst edilir. Bilimsel bilgi, felsefe, sosyoloji, psikoloji, astronomi gibi, insanın kendisini ve doğayı keşfetmesine olanak sağlayan yığılmış bilgilere, hem tanık olan ve hem de kendi ölçüsüyle araştırıp tartışan Kahraman, varsıl imgeleminin kaynağını yine kendinden alır. Kendi yaratma yetisi ile resimlerinde olgusal ilk örnekler (prototipler) özgürce izlenceye açılır.        


Eş deyişle, ekremkahraman resimleri, her dönem kendi içinde doğurgan sonsuz bir kadın gibidir. Canlı üretir, duygu üretir, yeni yaşamlar, düşler üretir. Kendi ektiği her nedensellikle farklı bir boyuta yönelip kıvrılarak çoğalır durur. Kurulan soyut atmosferler ile oraya yerleştirilen nesne elemanlar, görüngünün gerçekliğinden uzaklaştırılır, salt biçime indirgenir.
 

Öte yandan resim içinde yer alan bazı biçimlerin hacimsel kitle oluşumu, zaman ve mekânlara ait yapıları anımsatır; buna bağlı olarak kurguda gizli tutulan mekân oluşumunun varlığını gizemli bir ifadeye dönüştürür. Kahraman imgesinde oluşan anlam çoğalmaları; değişime uğratılan birçok nesnenin, insan görüngüsünün ve olguların yeni kavranılışıyla yaşamsal alanlara, boşluğa, sonsuza, dipsizliğe usulca bırakılışıdır. Kahraman resimlerine girmiş/yaşamış/çıkmış birçok soyut (varlığın zihinsel tasarımı), somut (varlığı duyularla anlaşılan-doğada belirli olarak var olan) ilişkisi kuran görüngüler (anlam-olay-olgu felsefe-fenomen): geometrik biçimlemeler, sorununa ait özneler oluşumu, soyut bir alanı kapsamı içine alan sınırların ve biçimlerin perspektifi, sanatçının o an–zamanlarına ilişkin sorun edindiği nedenlerin, çözüme ulaştırılmaya yönelik seçilen elemanları durumundadırlar. Buradaki her bir oluşum süreli de olabilir süresiz de ya da başlı başına geniş bir süreç (koşullarının bütünlüğü içinde ele alınan gelişme) olarak da yapılanabilir. O an-zaman bütünlüğü durumunda bilimsel açıklaması olan veya bilinen gerçeklikten seçilmiş nesne, çoğu kez psikozlar (sosyal bir sarsıntıya bağlı olarak doğan ruh hali) yüklenerek duygu-düşünce sarmalına sorular gönderir. Seçili özne, anlamca değişime uğrasa da, duyarlı bir yüreğin sessizliğiyle bu ilk örneğin (prototipin) yeni anlamının kabul ve reddi kendinde saklı durumdadır. Ancak yine de kararlı bir tavırla, izleyeni, kendi seçtiği nesnenin 2., 3., 4., 5’inci anlamını algılatmak için kurulmuş olan zaman tünellerinden içeri davet eder. Bu ise, resimlerde gizemli pentür dilinin eşliğinde gerçekleşir. Bu görsel izlence, düşünce zenginliği ile bulmaca çözümü gibidir ve elemanların şifrelendiği bir yüzeydir. Ancak, bulunduğu atmosferin  psişik (ruhsal, duygu) etkisiyle ve  birbirinin içindeki ortak kullanılabilecek harflerin saptanması ile deşifre olabilecektir.

 

Bu şifre aynı zamanda Kahraman ideolojisinin de dilidir, kendi sosyalizasyonunun, yakın-dost ilişkilerinin, zorunlu-kurallı ilişkilerinin de dilidir. Ülke toplumlarının yapısından üreyen her bir kültürel oluşumun, evrenin bütünsel birliğindeki (evreni var eden şeyler) devinimin de dilidir. Genele varan bu örüntüden hareketle, sanatçıda oluşan duyarlı, gözlemci ussallığın evrensele varan sosyo-kültürel dilidir.

         
Bu ve benzeri temalarla gelişen yapıdaki (konstrüksiyondaki) resimleri, yaşamsal her oluşumdaki imlerin kendisinde bıraktığı derin-düşünsel-duygusal uyarılganlığın (çevreden gelen etkileri yansıtma ve bu etkilere tepki) varlığındaki olanaklarla ilgilidir. Ancak tüm bu insansal donanım, tuvallere gizemli bir dille aktarılır. Süje’nin (ressamın) tavrındaki dışa aktarım, yapıtların  ‘yapılmış’  olması için yapma eylemini yadsır.  Resimlerinde henüz kendisinin de çözemediği gizli itiraflar vardır. Zamana salınan ‘giz’ler, yine zaman döngüsünde her şeyi yerli yerine yerleştirecektir ama şu durumda bu istem dışı gelişen ruhsallık, resimsel düzlemin büyüsel etkisiyle varlık gösterir.

Resimlerde bir de, bilinçaltından süzülen yaşanmışlığa dair birikimler sonucu oluşmuş, kurgulanmış  ‘şey’ler, felsefi oluşumlar söz konusudur. Bilginin kavramsal dayatmasıyla birlikte gelişen, beklenen sosyal rollere, statülere karşı duruş tepkileridir bunlar belki de…
        
Bu noktada düzlemdeki tanımlanabilen ‘taş’ nesnesine değinebiliriz. Taşlar belki de sanatçıda büyüklük ve küçüklüğü ile esnekliğini yitirmiş sosyal rollerin göstergesi olabilir. Duyguya yaptığı gönderme, rollerin insan üzerindeki etkisinin her bireyi etkileme düzeyi olarak alınabilir. Işıltıları ise; bu rolde sahip olunan şeylerin insanda yarattığı gurur-onur duygusuyla özdeş tutulabilir. Yine taşların düzlemdeki işlevsel rolü, sınırları belirleyen, savunma-korunma güdüsü ve alanı, bileştiren-ayıran sağlam-güvenli bir zemin,  ayakları yere basan bir tutum ya da kendini güvence altında hissedebilme özlemi, kökleri ilkel insanın korunma amaçlı ilk eyleminin güncel nesnesi olarak da algılanabilir.

Bir başka bağlamdan bakıldığında yine bu taşlar toplumsal bir sosyallikle de örtüştürülebilir. Şöyle ki; resim düzlemindeki taşlar, görünüşte, müziksel etkinin yarattığı ritimle bileşke kuran öğeler (bütünü oluşturan ve bağımsız olarak da var olan) gibi görünüm vermektedirler. Ancak burada rol bireye ait olarak düşünülebilir, hatta toplumla da özdeşleştirilebilir. Bu durumda topluluklardan yükselen tek seslilik ya da çok seslilik aynı zaman aralığına koşutlanabilir. Eş deyişle; her bir öğe bireysel bir oluşum sayılırsa, bu oluşumda birleşen diğer taşların toplumsallığı çağrıştırması, birleşen seslerin durumlara karşı oluşturacağı çokluk etkisine vardırabilir bizi.

Sanatçının bilinç altına yığılmış olan içsel tepkisi belki de şu nedene dayanır: “Toplumdaki pek çok insan davranışı gibi sosyal ilişkilerin temel örüntüleri geniş ölçüde standartlaştırılmış ve rutinleştirilmiştir.” (Sosyoloji nedir, JOSEPH FICHTER,S.108,1997.).

Toplumları var eden grupların, bireylerin birbiri ile gerçekleştirdikleri işlevsel etkileşme: Süreçlerde; sağlam ve insan haklarını, özgürlüklerini koruma ve de kollayıcı bir tavırla gelişmelidir. Bu anlayışta, bireylerin ortak davranış örüntüleri içinde yer alan işbirliği, uyarlanma, özümseme, karşıtlık, rekabet gibi sosyal pozisyonların durağanlaşmış düzeyini, kinetik/dinamik yapıyla yenileştirmeye yönelik ortak bileşke yaratarak yeni bir dünya düzende, bilinçlenmiş davranış örüntülerinin beklentisi olarak görülebilir. Temadaki ‘evrensellik’ olgusu ile ilişkilendirilen bu düşünsel tavır, aynı anda evrensel temel sosyal ilişkileri de içermektedir bu duruma bağlı olarak… 
 
Sanatçının,  sosyolojik yapısallıkta önemle üstünde durduğu, ben; ‘özne’ ve ‘birey’ ile diğer kişi ve grupların toplumsal yapıdaki rolleri, bu şekilde; siyasi, ekonomik, etnik, dini etmenlerle doğal olarak ilişki kurar. Bu düşünsel ve ruhsal çatı, özgür ifade ve davranış örüntülerinin beklentisini yansıtan bir anlayıştır ve bizde bir çeşit uyarılganlık yaratmayı da amaçlayan roldedir belki de bu küme! Taş nesnesine böylesi bir açılım verecek olursak bizi daha birçok oluşuma taşıyan görüngüler yakalamamızı sağlayabilir.

İnsan topluluğu hiçbir döneminde durağan yapıda olmamıştır. O, yapılandırdığı her oluşumu eskiyene değin kullanmıştır. İşte, bunlardan en üretkenlik içinde olanı ‘kültür’ etkinliğidir. İnsanın var ettiği her şeyle organik ilişki içinde olan ‘kültür’, toplulukların her üyesinin olumlu-olumsuz katkıları ile belli yer ve zamana ait tümel bir oluşum olduğu kabul gören bir görüştür.   

Öyleyse taş nesnesi: Toplumların tümünde insan olmanın gerektirdiği koşullar: ‘kültürel örüntüler’ denilen düşünce biçiminde bir toplum bilincinin yaratılmasına dayandırılan bir yapılandırılma olarak da düşünülebilir. Ya da, evrene ait bir gerçeklik olarak, sağlamlığıyla bilinen bu elemanın devimsel süreç içinde zerrelere dönüşeceğini anımsatan bir imleme de sayılabilir. Ya da, teknolojinin gelişmiş olduğu bu çağda, makine gücü ile un-ufak hale getirilebilen taş nesnesi artık eski sağlamlık etkisinden uzaklaştırılmakta ve sanayi devriminin yarattığı etkilere yönelik bir gönderme yapılmaktadır.

Ya da, aşk/sevgi/dostluk/anlaşma/kızgınlık gibi soyut kavramların bizde bıraktığı anlam boyutuna denk düşen ruhsallığımızla da örtüşebilir. Ya da, düşünce üreten, olumlu ışıltılar saçan,  güven duyulabilinen insanların seçkili görünüşü ve sayıca azlığının vurgulandığı bir sahne olarak da alınabilir. Ya da!..  Ya da!.. Bu çeşitlilikte anlam yüklemeleri, insanda ve belki de sanatçıda, bilinçaltı yığılmalarının umuda açılımından öte, insanlığın beklentileriyle ilgilidir.  Bundandır ki, düzlemde yer çekimi kanunları bilinçli bir biçimde ters-yüz olur, edilir. Bu gelişim-ediş ister istemez bizi zaman kavramı ile karşı karşıya getirir.

Her ne kadar algılanan birincil etki, zaman ve mekân olarak doğa içerikli bir düzlem üzerine güdülenen kurgusal betimlemeler olsa da: Ancak burada yapılanan teknik dile bağlı pentürün uygulanışı, ayrıntıya inmeyen bir doğa ve buna paralel gelişen biçimin, çizgi-renk-anlam soyutlamasına olanak tanır.
Bu noktada, belleğimizi kurcalayıp Kahraman’ın sorunsalındaki ‘ayrıntıdan çok bütünle’ kurduğu iletişime yönelebiliriz. Çünkü O, tek bir birey olarak insan fenomenini irdelemek yerine, dünya ile ilişkilendirir temasındaki her bir oluşumu. Buna bağlı olarak ilgisi her sorun ve her nesneye eşit olarak dağılır. Böylece bu istem, mekân kavramının zaman değerlerlerini ayrı ayrı durumlarda hissetmemizi sağlayan etken olabilir.

Zaman ve uzay, insan bilincinin ürünü değildir. “Dünya, insandan önce, zaman ve uzay içinde var olmuştur ve milyarlarca yıldan beri de vardır. İnsan ise;  sadece on binlerce yıldan beri ortada görülmektedir.”  (Felsefe. Orhan Hançerlioğlu, S. 471 1996).
          
Kahraman’ın resimlerinde kullandığı boşluk/sonsuzluk, zaman/toprak bu bilinçten hareketle yapılandırılır. Böylece kurguda yer alan gerçekliğe ilişkin yer/gök/zaman kavramı apaçık reddedilir. “Eyleme dönüşüm (sanatçı), sanal âlemin içine atar kendini, sanat etkinliği böylece yaşama geçer.”

Oysa ki, zaman/mekân, dış dünya gerçekliğini anlamlandırmamızda iki bilişsel boyut sayılır. Düzlemde, çağlar boyu sürekli devinen zaman olgusu; çağ, yıl, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye, salise gibi hız birimi ile dilimlendirilerek, bu birimin her hangi bir anında durdurulabilir, salt kendine ait öznel bir zamana açımlanabilir. Kurguda, her ne kadar merkezden (konstrüksiyonda kurulu denge) yayılan bir devinim var gibi görülse de, yan yoktur, yön yoktur, alt/üst/taban/tavan yoktur. Alışılmışın dışında kendincedir kurulan ortam... Bir bakıma yeni bir ütopyalar âlemidir.
Kahraman imgesindeki anlar bütünlüğü, bilincin denetimine sokulmuş uslamlamayla, duygu katmanlarının içinde devinen bir yapıdadır.  Bu günün ve geleceğin düşünsel tasarımlarında, zaman, aynı bilinç ölçütleri ile gelişir. Ama düşüncenin eyleme dönüşümünün en coşkusal etkinliği;  sürprizlerin, rastlantıların, yeniliklerin yaşamıyla kurduğu zamansallıklarla eşzamanlıdır.  İşte sanatçıda o anların coşkun ruhu ile üretim patlaması yaşanır.  Renkler, olgular, nesneler O’nun imlediği coşkuya katılırlar. Ya da o sırada öylesi bir taşkınlık yaşanır ki, sanki resim içine üflenir nefes nefese; yazınsal tümceler girer açılan her kapıdan. Tek bir söz/sözler/iletiler her yana dağılır. An-zaman birikimi içinde anlamı anlamlı kılan imler olarak asılır düzlemin içine, mekânla-espasla ilişkilendirilir. 
Farklı bir irdeleme ise; zaman-biçim bileşkesinde çağların izdüşümü ironiye dönüşür. Bilinmezliğin sonsuzluğunda, bilinen her bir ulamın  (sözlük: aralarında, herhangi bir bakımdan benzerlik bulunan, kategori = felsefe: sosyoloji, bilim, kimya, fizik gibi bilimlerde kullanılan aynı sözcükler farklı anlamlarda tanımlanır. Tek tek bilimlerde kullanılan o bilimlere özgü kavramları genelleştirir ve onlara genel-felsefi bir anlam kazandırır. Felsefe, sh. 430) yaşam süresine sığmayacak, tekrarlı bir devinime bağlı gelişimle çoğalarak ve farklılaşarak artmasına yetişememenin telaşı ve paradoksu (kökleşmiş inançlara aykırı olan düşünce), atmosferde fırtınalı bir sessizliğe neden olur. İşte bu durum, zaman ve biçim bileşiminin ortama yaydığı ‘zaman paradoksunun öznellik boyutudur. Eylemsel tavır (sanatçı), uluslararası tarih çizgisini bazen olduğu zamana rapteder, bazen ileri-geri ışık hızıyla devindirir. Evrenin devinimindeki bu hız, maddenin, yenileşme, değişme, dönüşmesindeki son halini bilmesi açısından her ne kadar insan olgusunun binlerce yılına dağılan zaman dilimini kapsasa da, bir zamanın bilinmeyeni, yine yenileşen farklılaşan insan olgusuyla, yaşamsal bir durum olarak yaşantıya katılacaktır. Bu bize, resimlerin içindeki doğal değişmeceli (metaforik) durumu düşündürür.

Ne ki, çağların atmosferinde bu gerçeklik, geçmişten bu güne değin bildiği her bir bulgunun-olgunun yeni oluşum hali ekremkahraman’ın bir sonraki-evvelki zamana ait ilgisini de oluşturur. Ve bu anlamda imgeleminde (edinilmiş imgeleri birleştirip kaynaştırma, zihinsel tasarım) biriken düşsellik, yüzeye aktarılan biçimsel-renksel oluşumla birleşir. Olguların birbiri içine geçişi başlar. Her keresinde derinleşen-çoğalan düşüncelerin kendi sahnesinde yarattığı anlamlarla bütünleşir böylece.

Burada sonsuzluğun sonuna iki nokta konulup düşünülmelidir. Böylesi bir kurguda; evreni, kavramları, gerçeklik saydığımız her bir varlığı devindiren yapı, doğal olarak bize yansıma kuramını anımsatır ve bu bilgi kuramını özümsememizi önerir.      
                                    
Bu sessizlik içeren, yalnızlığı imleyen ortamdaki diyalog, zaman-biçim uzlaşımı kurarken, mekânsal formlar, geometrik biçimler, simgeler, geçmiş zaman sanatlarında oluşturulmuş özdekler (doğal cisimler-madde-ağırlığı olan nesne), birinci şahıs olarak kendisi olur yani sanat elemanları olarak resme dâhil edilir.

Kompoze edilen düzlemde milimetre karelere ayrılmış anların bütünlüğü espasta oluşturulan derinlik içinde, çağların dün, bugün, gelecek zamanların sorgusunu başlatacak tümlemeyi sağlar.
Resimlerin yorumuna dâhil edilen özdeksel biçimler yani özdeğin başlıca var olma biçimleri zaman/uzay/devinim’dir. Ünlü fizikçi Albert Einstein’ın, genel ve özel bağıntılık kuramında tanıtladığı gibi bunlardan biri olmasaydı diğeri de olmazdı ilkesinden hareketle gelişip hayali (ütopik) bir yapıya ulaşmış sorunsalı yoruma açmak bir hayli araştırmayı da gerekli kılmaktadır doğal olarak.
            
Jean Paul Sartre: “İnsan özgürlüğe mahkûm edilmiştir. Özgürlük tüm hayatımız boyunca bizi seçim yapmayı zorunlu kılar” demektedir. (Sanat Psikolojisine Giriş, Sıtkı Erinç S.68,1998.)
           
Burada ekremkahraman seçimini yapmıştır. Resimlerinde özgürce bilimi, felsefeyi, psikolojiyi, matematiği, arkeolojik/tarihsel verileri, sosyolojiyi kendi öznelliği ile farklı yorumlara ulaştırır. Zaten yaşamındaki entelektüel duruşu da bunu gerekli kılar.

İlginçtir ki; Kahraman resimlerini çözmek ortalama algı ve anlak düzeyini bir hayli zorlar. Çünkü resim düzleminde çok az ve yalın görsel bir dille giren elemanlar/espas, gerçekte senfoni orkestrasında çalan elemanların kullandığı müzik aletlerinin çeşitliliği gibi farklıdır ve çok seslidir. Anlam zenginliği, olguların tek başına ya da birbirini yeniden yapılandırarak çoğalması ile özdeş tutulurken aynı zamanda oluşuma sanatsal kanılar yükler. Bu uzlaşımda yaşanan çelişki, izleyenin kendi içinde ikilem duymasına, ikirciklenmesine (kararsızlık, duraksama), bağımsızca düşünce üretmesine neden olan asıl tutumu sağlar.
Belirtmek gerekirse: Bir sanatçının sanatsal doğurganlığı, hangi sorunsalı açımlıyorsa tam da o boyutta gelişir. Burada değinmek istediğim durum şudur: ekremkahraman, evreni-evrenseli sorun edinmiştir ve böylelikle asla tükenmeyen her çağda kalıcı olan bir kaynağa ulaşmıştır. Söz konusu olan resimler defalarca yorumlanmış ve birbirine çok da yakın olmayan yorumlarla değerlendirilmiştir.         

Bu nedenle Kahraman resimleri ön tasarım ve gelişim olarak bilimsel bilgi ve felsefi düşünce gelişimi ile bireşim kurarak sanatsal/düşünsel/düşsel/ütopik bir alanda seyir sürer. Bu iletisi, O’nun evrenle zenginleşen, tükenmesi mümkün olmayan oluşumların gelişimidir. Onun yaşamdaki duruşu gereği kendinde var ettiği varsıllıkla örtüşen sanatsal çıkarımlardır yapıtları. Yapıtları tüm gerçekliklere karşıt gelişen kurguda yapılanırken çağdaş sanatın gereklilikleri de yapıtta yerlerini alırlar böylece.

Ama yine de O’nun resimleri yalnızca bu çağa ait değildirler. Çünkü sanatçı, her sanatçıya ait olabilecek sanatsal her bilgiyi özgürce kullanma güveni ve rahatlığı içindedir aynı zamanda. Bu ortam sanatla bilimin yol ayrımıdır açıkçası. Burada yapıtlara, estetik beğenisi, estetik tavrı ve kaygısı gelişmiş, sanatla bütünleşmiş bir süje (ressam) eşlik etmektedir.
  
Ne ki, sanatsal çıkarımdaki biçimler, espas salt objenin algılanmasındaki durum değil, süje’nin nesnel gerçeklik karşısındaki aldığı tavırdır. Bu tavır düşünce yoluyla geliştirilmiştir ve nesnel gerçekliği anlamca değiştirmeye yöneliktir. Soyutlama ve modernizmin yaygın olduğu sanatsal çıkarımların alışıla geldiği çağımızda nesnenin kabul gören verileri O’nun kavrayıcı etkinliğinde öznelleşir. Algılamaları sınırsız bir özgürlük yaşar. Kompozisyonlarında, suretsiz gezinen insanın insan olmasıyla, emek vermeyi öğrenmesiyle başlayan bir öykü de vardır.

Bu arada, resimlerdeki sorunsalı incelemeye yönelmiş olan düşünsel boyutum, tüm nesneler ve kompozisyonlardaki oluşumlar arasında, beni şöyle de bir ‘beyin fırtınasına’ doğru sürüklemektedir: İnsan varlığı; evren içinde, yeryüzünde gelir-geçer bir roldedir. Onun işlevselliği, duygusal-düşünsel-maddesel olarak var ettiği her bir durumu, bu soyut ve somut yapıntıların birbirine eklenerek çoğalan kalıntılarının etkinliğini sürdürmesiyle yaşama geçer. Burada, evren deviniminde varlığını sürdüren insan, bu küçük zerrenin (insan)  kendi içindeki varlığının, gelişim/değişim/dönüşümü acaba, evrene nasıl bir katkıda bulunmaktadır’’ sorusunu aklımıza getirmektedir. Yoksa insan; O, kendi doğasındaki sömürme içtepisi ile evreni de sömür-me-k-te-mi-dir? Öne sürüldüğü gibi gerçekten de insan, evren için iyi ve faydalı bir canlı örgenlik midir? Ya Kahraman resimlerindeki çağ geçişlerini, ülkeleri, sosyo-kültürel yapıları, ekonomik sistemlerin dayatmalarını, toplumsal duruşları, bulut ile im’lenen bir simge ile ta uzaklardan gözlemleyen etkisini nasıl ve ne ile özdeşleyebiliriz?
Evrenin zamansallığında insanın var olmaya başlaması… Bilim, sanat, tarih, psikoloji, arkeoloji, antropoloji gibi birçok uzmanlaşmış alan bilgileriyle sürekli yeniden yeniden anlatılmaya çalışılan insan varlığı… bizler… Biyolojisi ve duygu örgenliği, tez-antitez-sentez sürecini henüz tamamlayamamış ve var olduğu sürece de tamamlayamayacak temel fenomen… İnsanın, ağaçlardan, kayalıklardan inerek elini keşfettiği o ilk an’dan bugüne/geleceğe dayanan zamansal devinim...  İnsanın insan olabilmek için geçip geldiği o zorunlu eğrelti yol… zor yol!.

Neler geçmiştir insandan insana çağlar boyu sürüklenerek ve neler çekip neler yaşamıştır anlamlı kılabilmek için bu, zamanla örgütlenmiş hayatı. Duygusal yaşantımızla katılırsak bu düşünceye; “yaşam, ayrıntıda gizlidir’’. Sevmek sevebilmek her şeyi ne çok özveri ister. İnsan, bir diğer insanı sevebilmek için ne çok nedenler yaratır, ne emekler verir. Kendinden yayılanları duyumsatabilmek için kendinde olmadığını düşündüğümüz ne şaşırtıcı roller üstlenir! Anlama dönüştürebilecek kadar bilgi ve duyarlıkla donatmak kendini ne zordur.

Uygarlıkları nasıl var etmiştir, bu toplumsal devinimde ne roller üstlenmiş, ne ezinçler yaşamış, ne çok savaşmış ne çok uzlaşmış ve ne çok başarılara imza atmıştır. Bilimi, düşünceyi, duyguyu, sosyalliği, sanatı, toplumsallığı, bünyesine dâhil edecek merakı edinebilmek için onu nasıl bir dürtü tetiklemiştir acaba?







İnsanın insan olması, gerçeklik ilkesini bünyesine alması, toplumsal bir bilince ulaşması görüldüğü gibi kendini böylesi bir sıkıntıya sokarak çalışmasıyla/emek vermesiyle başlamıştır. İşte, böyle bir öyküsü olan insanın, geleceği nasıl olmalıdır? Bu seçilmiş bir sanat diliyle nasıl aktarılmalıdır, insansal sürece nasıl katılmalıdır? Şiirin, resmin, düşünce yazınsallığının bireşimini kendi bünyesinde taşıyabilmek için insan, nelerden vazgeçmelidir, ya da daha ne denli gelişmelidir? 
Sanat oluşumunun temel taşlarından biri olan edebiyatın konusu olarak düşündüğümüz insan/doğa/yaşam diğer bilim dallarının da konusudur. Ancak, bu bilim dallarının insana, doğaya, yaşama bakış açısı, incelemesi, ifadelendirmesi farklıdır. Tüm bilimler nasıl incelemelerini birbirinden aldığı verilerle kaynaştırarak geliştirirse, benzer biçimde plastik sanatlarda da durum farklılık göstermez. Bu alanın sanatçısı da, bilimle, edebiyatla, tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji, psikoloji, dil bilimi ile yakından ilişkilidir. Sanatçı, tüm bu insana ait örüntüleri birbiriyle ilişkilendirerek, birbirine ulayarak, harmanlayarak bir sanat dili ve ifadesi oluşturur. Temalarını işlerken ya olduğu gibi yansıtmayı seçer ya da kendince değiştirip dönüştürür,  soyutlamacı bir tavır alır ya da tümüyle soyutlayıp başlangıç niyetine yabancılaştır.  Evren içinde var olmuş insan varlığının günümüzdeki edimselliği kısaca böyle özetlenebilir.






O halde Kahraman sanat dilinde bu oluşum nasıl ifadelendirilmektedir?
Bu öyküde insan fenomeni yadsınmakta ya da bu ortamda bu biçime gereksinim duyulmamaktadır. Çünkü düzlemde geliştirilen kurguya simgesel yapılar eşlik etmektedir. Kavram ve durumları belirleyen bu imlemeler, yazınsal dildeki kodlamalarla eş güdümlüdür. Kodlardaki ipuçları, sanat alımlayıcısının psikolojik, sosyolojik, felsefi, bilimsel ve sanatsal bilgisine dayalı usunu aynı anda tetikler. Yine kodların rolü, sorgulatma zenginliği ile ilişki kurmayı sağlayan öğeler olarak görülebilir. Duygu örgenliğinin iletisi olarak irdelenirse; nihai sonuçta tüm imgeler insanın yalnızlığını kanıtlamak-yadsımak üzere hazırlanmış sanal biçimlerdir. Yalnızlık teriminin algıyla kurulacak iletişim aracıdır. Bu bizi, ben/başkaları, kendisine ve ortamdaki her şeye yabancılaşan birey oluşumuna taşır. Diğer yandan; ben neredeyim, kimler yaşamış-yaşamakta-yaşayacak sorularına götürebilir bizleri.

Elbette ki burada paradoks yaratan tutumlardan söz etmek de olanaklıdır. Her insanın imlediği şeylerin, imgeyle nasıl ve ne biçimde açılımlaşacağı sorunudur düşünceye yollanacak soru. Bu düzlem, insanı, sorgulama ve yeniden yapılandırmaya yönelik itki içinde yüzdürür. Yüzmeyi bilenler, kendisinin ve bu resimsel kurgunun sığlarından kurtarır. Yine kendisini, yapıda var olan derinlere doğru yollar, ufuklara doğru açılır. Açılır ama orada boğulup kalmaz.


Yine, aslında düzlemin tümünü ele geçirmiş olan bu kurguda evren olarak tanımladığımız insana ait bir ortam kurulmuştur ki burada ilkellik/ilkel insanın ve eski uygarlıkların imgeleri görselleştirilmiş, doğanın görkemli-yüceltilmiş yapısıyla insan karşı karşıya getirilmiştir. İlkel  insan, doğa karşısındaki çözümsüzlüğünü mitoloji ve dinsel yapılanma ile örtbas etmektedir. Bilimsel bilgi yoksunluğundan ötürü doğadan korkan insanın trajik durumudur bu...



Kronolojik zamana özgü insansal süreç ise insanın yerinde sayarcasına zor gelişmişliğinin bir belge sunumu olarak değerlendirilebilir. Buna karşın, bilinenin gerçekliği ile bu sorun: bugün-yarın-gelecek zamana özgü uygarlık tablosunda seyreden bir kaygıyla ilişkilendirilebilir. Bu imgelere karşıt olarak gelişen geometrik formlar sanatçıdaki duygunun usavurumunun göstergesidir. Resimlerin içinde devinen bilimsel bulguların dayandığı düşünsel çatı bize, böyle bir sanat çıkarımında, uygarlığın vardığı bu noktada, işte tam da burada, çözümleyici bir rolde geçmiş değerlerin anlamını ve bugünden başlayarak geleceğe ilişkin yapılanmamızın ne-nasıl olacağı konusunda her bir durumu yeniden sorgulatmaya yöneltir enikonu.










Algılanabilen bu türden göndermeler değerlerin gerekliliği ve gereksizliğini savunmak üzere tepki dili oluşturmamıza bir önerme sayılabilir. Ve imge böylece us-düş bireşiminin içyapıdaki çatışık uzlaşımı ile yeniden yapılanmaya koyulur.

Özgürlük! Belki de çok zor değişebilecek ya da asla değişmeyecek, evrenin/insanın/nesnenin kendince imlediği yeni anlamlarını, adlarını tuvallere yayarken yaşanır sanırım. Öyle ya, evrensel bir yasa olarak  ‘oluş’ yeni bir oluşun gerçekliğine götürmez mi bizleri. Neden o ‘şey’ler başka ‘şey’ler olmasın? Ruhundaki özgürlüğü kaydeder resimlerine Kahraman. Kanımca yüzde yüz denilebilecek bir gerçeklik vardır ki sanat: yaşamsal bütünlüğün hayata yansıması, hayatla kucaklaşmasıdır. Anlatılara, göstermelere sığmayacak çokluklarla tanımlanmasıdır. Sanatsal her ürün, tüm unsurları ile yapılandırıldıkça hayat olmayan başka bir hayat kendini var eder. Bu kaçınılmazlığın en büyük zaferidir.

Bir bütünlük olarak Kahraman resimlerinde, renk-biçimle, us-duyguyla, düş-gerçekle uzlaşır, düzleme yayılır. Bilinç, bu altı unsurla usta bir diyalog kurar. Eylem başlar-biter, ürün, ürün verme sürecini yaşayan olguya ait tekrarlı kıpırdanmalarla sürdürür.
Renk skalası uyumlu bir armonidedir ve rengin renk içinde eridiği degradelerle gelişir. Rengin kroması tam anlamıyla özgünleşmiş, kendine aitleşmiştir. Kimi elemanlarda ve düşsel doğa düzleminde, çoğu zaman renk oksidasyona uğratılır. Kimi zaman ise, renk alabildiğince berraktır ve bulut imgesinde ve diğer nesnelerde yapılan çalışma gibi ince bir görsel-düşünsel etüt çalışmasını anımsatır bizlere. Ruhsallık tam tamına bu yapıda egemendir ve ruhsal olarak yarattığı psişik etkiyle düzlem oldukça esrarengiz bir ortama bürünmüştür. Zaman ne akşamdır gerçekte, ne sabah, ne de gün ortası. Ortam, kompozisyonda irdelediği temanın ruhunda yarattığı esintiyle koşuklaşır. Renksel kurguda esinti, serin bir yel gibi soğuk renklerle, Akdeniz meltemleri gibi ılık pastel tonlarla, sevecen/sıcak bir temasın, coşkun bir aşkın şiddeti gibi parıldayan-ışıldayan sıcak renklere döner ya da aynı düzlemde etkilerin biri ya da bir kaçını birden aynı anda birden taşır. Bazen de, korkunç bir fırtınanın akıbetinde kasırgaya dönüşen gün yüzü gibidir renk ve kararır.      

Genelde ufuk çizgisi pusludur. Israrla seçilmiş bir belirsizlik taşır, o yüzden de grileşen ara tonların egemenliğindedir. Bu renksel belirsizlik tıpkı hayatta olduğu gibi bir tedirginlik duygusu uyandırır bizlerde. İnsan yaşamında gerçekten bir ‘son’lanma var mıdır? Ya da hayat sürekli bir biçimde tekrarlı bir devinime zorunlumudur ya da insan düşüncesi neden gün geçtikçe bulanıklaşmaktadır? Hiçbir yaşamın geleceğe dair hiçbir güvencesi yoktur, olamaz da. Çünkü düşüncede ve düşteki ‘şey’ler hızla değişen anlamlar ve durumlar karşısında muğlâk bir zeminde seyretmektedir. Bu devinimsel fakat belli-belirsiz süreç, acaba bünyesinde bilinmeyen daha neler gizlemektedir? Gibi gelinen-bilinen her şeye ilgiyi odaklar. Bu renksel belirsizlik birbirinden farklı daha birçok düşünceyi ve düşü çağrıştırabilir. Resimlerin en belirgin özelliği asla kirlenmeyen, buharlaşmayan renk çalışması ile gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu da sanatçının renk konusundaki derin, ince bilgisini bize yansıtan unsurdur. Sanatçı, yapma sürecinde, birçok resimsel-endüstriyel malzemeyi birbiri ile karıştırarak ya da üst üste deneysel araştırmalar yapmış ve bu çalışmaları resimlerine mal etmiştir. Tüm renklerin ruhsal ifadesinde değişmeyen tek bir unsur vardır ki, resimsel elemanlara kodlanan-odaklanan o resimsel klasik ışık... Işığın resim düzenindeki rolü, çağlar arası gizemli bir yolculuğun varlığıyla koşut gelişimler gösterir. Bu demektir ki, her eleman, aynı zamanda farklı bir döneme ait bulgu olarak da temalandırılabilir. Bu durumda aynı biçimdeki 2-3-5 eleman bir bilinmez merkezden ve yine bilinmez merkezin rast geldiği bir noktada ışırlar. Espasla ışığın ilişkisi ise seçilen alana yerleştirilmesi kütlesel olarak bir ileri bir geri yanılsamasına neden olur ve elemanlara yöneldiğinde biçimi pentürün emici etkisinden kurtarmayı amaçlar.  Işık aslında, O’nun iç duygularının akışındaki sanatsal coşkunun eşitlikçi anlayışı ile örtüşür. Bu nedenle de Kahraman’ın ışıkları özgürdür, samimidir, etkileyicidir, sorgucudur. Anlam bakımından açıklık ve netliğin düzlemdeki en dikkat çekici unsurudur. Eş deyişle, ışık unsuru bu güne kadar alışılagelmiş yapısından uzak, metafizik değerleri de dışlamayan özgün yansımalar olarak kullanılır. İlginç olan şudur ki, Kahraman resimlerinde, ışık da sonuçta bir denge unsurudur. Işıkla beslenen biçimin aynı özne (sanatçı) tarafından yerleştirildiği alansal boyut değişse de, konstrüksiyonu yeniden düzenlemeyi gerekli kılan sorunun bu düzlemde yaşama olasılığı yoktur. Fakat yine de ışık unsuru renk ve biçim dengesinin sağladığı bir avantaj olarak görülmemelidir. Çünkü ışık, her bir biçimsel kurgu gibi bir yan elemandır sonuçta. Yani özneye ait öznel kurgu aracıdır.

Koskoca bir evren düzlemi sanki resimlerin ana teması, esası durumundadır. Bu alan gözlem altına alındığında yer yer doğanın ya da bilimin gerçekliğinin tersine çeviren bir görsellikle karşılaşırız. Düzlemde var edilen evrene ait yer-gök diye tanımladığımız/bildiğimiz soyut/somut biçimlemeye eşlik eden pentür dili, aslında evrende var saydığımız evren yuvarlağına uygun eğri çizgi izleme zorunluluğunu ortadan kaldırır. Güçlü bir derinlik duygusunu algılatan düzlem ilginç bir biçimde resimlerde renksel bir perspektif oluşumu kaygısı taşımadan oluşur. Genel olarak elemanların böyle bir düzleme yerleştiriliş biçimleri de ister istemez farklı bir kurguyu gerekli kılar.

Yani bir bakıma gerçekleştirilen kurgu, resimsel yüzeyi farklı bir yapılanmaya taşıyan en önemli diğer etkendir. Ancak burada dikkatimizi çeken ya da dağıtan, resimsel kurguyu çatıştıran espas, ilk bakıştaki dingin etkisine karşılık, sıkça sözü edilen ‘devingenliği’ aklımıza getirebilir. Gizlenen güçlü dinamizm yüzeyde bu kurgu yapıyla oluşturulur. Evrenle ilgili Einstein’ın teorilerinde savunusu, devimlerin ivmeli olduğunu düşünerek ‘genel bağıntılık’ kuramında devimlerin, çekim gücü yerine ivmeden doğduğunu tanıtladı ve şöyle düşündü: Yuvarlak bir evrende düz bir çizgi izleyerek giden çizgiler yoktur. Devinimler evren yuvarlağına uygun eğri çizgiler izlemek zorundadır. Öyleyse hızları da her an değişir. (Felsefe, İvme, s. 199). İşte tam bu noktada resimlerdeki düzlem, yuvarlak saydığımız evrenin, düz ve yatay gelişimi ile pentüre dökülür, gerçeklikteki devinime karşı, sanatsal bir gönderme dili oluşturulur. Renk, işte burada, bu düzlemde en başat (güçlü-etkili) kimliğini yaşar hale gelir.
        
Yoruma bu noktada ağaç, merdiven, soyut çizgi, köşe, ham boya kitlesi vb imgeleri de eklersek bütün bunlar gerçekte içselleşen bir duygu-bilgi aktarımının göstergesi midir? Yüceltilen duyguların vardığı son nokta, sonsuzlukta bir yerlerde ulaşılan en üst basamak, bilgi, teori, düşünce (yücelme-yüceltilmenin bitimsizliği) midir? Ve gözümüzün seyri, karşıtı olarak bu biriktirilmişliğin-yüceltilmişliğin üst sayılan basamağından sessizce geriye doğru inişe geçen, azalan, yitime uğrayan bir duygu deviniminin içinden geçerek ilerler kaçınılmaz olarak. Yer kürenin ya da yaşamın derinliklerine uzanan bu yalın imgeler yok sayılması istenen her bir soyut-somut ilişkiyi göz önünden bir süreliğine ya da sonsuza kadar bizlerden uzaklaştırmak mıdır? Ya da, var olduğu sayılan başka bir âlemin ipuçlarını bilgece aramak mıdır? Ya da, zaman dolunca ait olduğun yere varmak mıdır? Çağ katmanlarına sessizce dalmak mıdır? Soyut düşüncelere ulaşmak, ütopya ülkesine varmak mıdır? İçe bakışın gereği-sonucu duyguların ilk halini bulmak mıdır? Bu simge imgeler nedir? Neden ‘bura-da’dır’lar sorusundan hareketle, nesnenin biçim-öz-içeriğini bozmak, anlam değişikliği yaratılmasını sağlamak mıdır?
İnsansal yaşamı belirleyen kavramlar, insanın toplumsal rolünü gerçekleştirmesi için kendisinin gereksinimlerine uygun yarattığı olgulardır. Son yüzyıllarda ülkelerin kendi sınırlarını genişletmek ya da siyasi erk’lerini, ekonomilerini güçlendirmek için kullandıkları bir araca dönüşmüştür. Sanayi Devrimini tepkileyen insan ruhsallığının altında yatan etkenler başında, insan emeğine artık en az gerek duyulması yatabilir belki de!. Tüm bu yeni oluşan kavramlar; Modernite, Uygarlık, Teknolojik gelişim, Sanayi Devrimini tepkilerken oluşan Post-Modern yaşam, artık insanları mutluluktan, doğayı yaşanırlıktan uzaklaştırmaktadır. İnsanoğlu insanca yaşayamamasının tepkisini birçok dille dışa vurmaktadır.  Buna bağlı olarak, makineleşen dünyada artık insanın yardımlaşma-destek gibi birbirine gereksinimi kalmaması da sayılabilir. Duygularını, yaşamak istediklerini bir sinemada izleyebilmekte ve dolayısıyla bu özlemlere kendi yaşamında ulaşma amacı da kalmamış olabilir. Telefonlarla, televizyonlarla haber-bilgiye ulaşırken, yoğun iş koşuşturmaları ile boğuşurken ne denli yalnızlaştığının farkına varmayabilir.. Hayalleri, düşleri, ütopyaları, özlemleri, amaçları belki de artık tükenmeye başlamaktadır bu her şeyin hazırlanıp toplumlara sunulduğu dünyada!.. Anlamlar, anlamsızlaştırılmaya başlanmıştır artık. Kültürel yozlaştırma Post-Modernizm, Küresellik başlığı altında yaşayan bir döneme dönüştürülmeye başlanmıştır. Tüm bu çatışık gelişim, bireysellik-kişilik-kimlik olgularını da deforme etmiş ve insan kimlikli olmayı bir diğer insanın haklarını engellemekle oluşturabileceği inancına sürüklenmektedir. Oysaki insanoğlu yaşadığı süreci uygarlığa doğru sürüklerken, gelişim-değişim-dönüşüm ilkelerini kullanarak ilerlemiştir. Bu süreç, insanın, kendi yarattığı olgular üzerinden yeni yeni düşünceler ve kavramlar geliştirmesini de sağlamıştır. Teknolojinin gelişimi, dayatılan politik sistemler ve popüler kültür ile varılan sonuç, insan yaşayış biçimindeki anane ve geleneksellik çatısını yıkarken ülkelerin sınırlarını da yok etmekte, hızlı bir aynılaşma başlatmaktadır. Bu biçime tepkilidir düşünce üretebilen ve uygucu olmayan insanoğlu. Diğer yandan doğanın da yaşamsal süreci bozuntuya uğramaktadır hızla.
Kahraman’ın son resimlerinde bu tepkileşim bize nasıl yansır?  
Resimlerinde öncelikle doğasal bir tepki olabilir. İnsan ve dünyasal yaşama gözdağı vermektedir canlı doğa. İklim değişiklikleri, doğasal felaketlerin sıkça yaşanmaya başlaması, sınır tanımaz teknolojik savaşların beraberinde başladıysa eğer!. Doğayı tekrar yaşanır kılabilmeye bir önerme olarak sap yeşili ve sarı yeşil (yellow gren-sap gren) kroma arası bir renk girer resimlerine. Yer kürenin gereksinimi olan doğa-yeşil renk lekesi ile resim yüzeyine acil iniş yapmaktadır. Buna karşılık yer küreye yerleştirilen yanık kahve (burnt Siena) renk lekesi ile kurumakta olan doğayı vurgular gibidir adeta. Resim düzleminde dikkat çekici diğer bir yeni oluşuma göz atacak olursak; yüzeyin teknik aracılığı ile dokusal etkiye ulaştırılması ve çoğu zaman kahraman resimlerindeki valör renk (degradelerinin)  geçişlerinin yerini alması. Burada sorulması gereken soru; resim-toprak üzerinden hareketle, dünyanın doğasal kirliliği ve toplumların kargaşa-keşmekeş (kaos) ortamına sürüklenmesi midir? Bu etki de bizlerin dikkatini doğa ve üzerinde yaşayan insan-toplum-politika-savaşlar gibi olgular üzerinde yoğunlaştırmalıdır sanırım..
Öte yandan kahraman resimlerindeki çadır imgesinin, mor bir lekeye dönüştüğünü görürüz. Çadır imgesiyle eş tutulan mor leke, çadır imgesinin yaptığı çağrışımı yani bu göçer hali açılımlayacak olursak, burada resim alımlayıcısına yaptığı gönderme; toplumları politik dayatmalarla yöneten büyük güçlerin tepeden kumanda ile gösterdikleri-belirledikleri yerlerde-sınırlar içinde yaşama zorunluluğunu vurgulamak üzere yapılandırılmış olabilir.
Son dönem çalışmalarında gözlemlediğim ve ilk dikkat çekici unsurlar O’nun artık simgesi olan ve bulut gördüğümüz zaman ekremkahraman’ı çağrıştıran bulut’ların yavaş yavaş resim yüzeyinin ön planlarına inmesi, grileşmesi, yok olmasıdır diyebilirim. Adeta ‘’bulutsuz-insansız’’ bir düzleme geçiş başlamıştır. Neden’dir bu geçiş? Bulutsuzluğun anlamı; Post-Modernite’nin, insan duygu-düşünce-ilke-imgelem gibi değerlerini nasıl yok ettiğini vurgulamakla eşgüdümlü tutulabilir. Post-Modernite’nin insan yaşamlarına usulca sokulması sonrasında popüler kültür aracılığı ile temelinde siyasi dayatmaların yer aldığı ustaca kurulumların varlığını vurgulatmakla eş anlamlı olabilir. Resimsel gelişime baktığımızda yüzeyde bulutlara amorf (şekilsiz-biçimsiz) renk lekeleri eşlik etmektedir. Bu parlak renklerle resim içine alınan amorf lekeler, popüler kültür im’leri olabilir. Oldukça kalın katmanlarda ve toplumlara sessizce sokulan dayatmalar aynen gerçek yaşamdaki gibi imge bulut-insan-birey birlikteliği ile ve küçük küçük formlarda iken, dayatmaların dozu arttıkça bulut-insan-birey bu ortamda kişisizlikleştirilmekte, uygucu insan biçimine dönüştürlmekte,  silinmekte ve yok olmaktadır. Bir diğer dikkat çekici durum, bulutların Amorf renk lekelerinin plastitesi, valör tekniği ile kütlesel ve adeta resmin üzerine kurulmuş-yapıştırılmış (assemblage) edilmiş izlenimini yaratmaktadır.
Bu etkiyi güçlendiren diğer bir etki ise, bulutların yer küre üzerine çökmesi ile insan-birey varlığının küçültülmesi-kimliksizlikleştirmesi olarak da özdeşleştirilebilir. Tüm bunlara bir tepki olarak çifçi rolündeki kahraman resminin tam da orta yerine bir ÇARIK girer. Kahraman resim-toprak yüzeyine giren ve Küreselleşme adı ile ülkelerin yapılarını kültürel bozuntuya uğratmaya HAYIR diyen bir ÇARIK.  
Ekremkahraman resimlerinde nesnenin, doğanın, insanın, insansal yaşamın durumu hep bu anlayışla kavranılabilir. Öyle ki; tek bir nesne böylesi varsıl düşüncelere gönderme yaparken, özneyle nesnenin (eytişimsel özdekçilik) karşılıklı iletişimi öncelikle psişik yanı tetikler. Bu noktada, metafizik dışı bir gelişim söz konusudur. Yüceltilmiş her bir eleman ya da kurgu, idealizmle uyuşmak yerine orayla sürekli olarak çatışırlar. Resimlerde kurulan felsefe özdeksel bir gelişimi imler. Ve bu durum belki de şöyle açıklanabilir: “Özdek, kendiliğinden devingen ve gelişkendir” Einstein’ın “özdek, devinim, zaman ve uzaydan ayrılmaz” savını bizlere bir kez daha hatırlatır.
Bununla birlikte bütün bunlara bağlı olarak, Kahraman resimlerinde yine de kendini tekrarlama diye bir kurgudan söz edilebilir mi?
Unutmayalım ki, Kahraman sanat eğitiminden çok daha önceleri anlağını, ifade etme kültürünü geliştirecek bilgi birikimin sürecini başlatmış bir kimliktir. Bu uzantıyla seyreden yaşantıda elbette ki, bilgeliğin şaşılası durumu, kimi kimlikleri açmaza sokabilir. Ancak diğer bir gerçek vardır ki; Kahraman, kurguladığı düzeni daha baştan evren olarak belirlemiştir. Bu nedenle de daha başından itibaren her sanatsal devinimi resimlerindeki her oluşum gibi yeniden yeniden görülmeyen bir başka devinimle var edilir ya da yok edilir. Bilginin tanıtladığı evren devinimini, yine bu bilgi ile ilişki içinde olan insanların düşünsel yolla algılamaları olanaklıdır.
“Çağdaş resimde her şeyi göstermek gibi bir gereklilik yoktur.” savından hareketle, bu platformda soyut olan da budur. Gerçeklikte var olan devinim resimsel kurguda var olan tüm elemanların yapılarında da vardır. Dolayısıyla elbette resimsel bir süreklilikten söz edilebilir.
Sanatçının resimlerinin sorunsalı aynı zamanda felsefenin de konusudur. Einstein’ın özdekçi diyalektik yönteminde “doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgu ve olayları devinimleri içinde anlamak yöntemidir.”
Bir kayanın atmosferik şartlarla birbirinden ayrışarak minorolojik yapılara bölünmesi, kütleden zerrelere ayrışması gibi, bir zaman önce kütleselliği olan amorf yapıdaki bir biçimin çözülen zerrecikleri başka bir role geçmiştir. Kahraman bu gerçeklikte nesnelliği (özdekleri) biçimsel olarak aynı kurguda (ev-çadır-ağaç-bulut-geometrik form-boya vb) yapılandırırken, anlamsal boyutunu; tanımlamaların, kavramsalın, bildik, tanıdık, bir anda anlaşılabilirliğini ortadan kaldırır. İzlenceye sorgulanabilecek yeni bir yaşantı sunar. Bu bir anda, yanılsamayı (resimdeki betilerin gerçek dünyadaki nesne ve gerçek görünümleri) reddeden tavrın içtepisellikle gelişmiş tutumuna uygun düşmektedir.
Aynı zamanda, yüzeyde evrene ait, ilişkin ve saltık diyalekt söz konusudur. “Diyalektik anlamı çeşitli ilişkilerle değişen ve değişecek olduğundan ötürü geçici olan, bu yüzden de temel olmayan ilişkin (göreli) karşısında; sürekli, sonsuz, sınırsız ve bundan ötürüde temel olanı dile getirir. Özdek bütün olarak saltık (koşulsuz-mutlak-şartsız) ama onun sonsuz değişikliklerle beliren biçimleri, ilişkindir (göreceli).  Doğasal, toplumsal, bilinçsel her olgu kendisinde var olan karşıt ve ilişkin karşıtlığının çelişme ve çatışması ile oluşur-gelişir. Bu oluşma ve gelişme süreklidir.”
Bir sanat yapıtını sanatsal gerçeklere dayandırma biçimi belki de alışılmışın dışında bir durumdur ama diğer bir durum daha söz konusudur ki: Ekrem Kahraman,  tanıtlanmış evren biliminde, tüm verileri yeniden adlandırmakta ve resimlerini normalitenin dışında özerk bir sanatsal yaşam pratiğine ulaştırmaktadır. Bu noktaya ulaşmak aynı zamanda O’nun, bilgiye, kültür ve ideolojiye bakışının anahtarı konumundadır. Kodlardaki çeşitlilik, felsefi düşünselliği ile bilgideki perspektivist oluşumun kapılarını zorlayarak, kendisine ve sanat alımlayıcısına gelişim sağlamaktadır belki de. 
Belki de tüm evrene ya da hayatın özüne…
           
Belgin Balanoğlu Alagöz
26 Temmuz 2005, Salı, 25 Ekim 2010, Pazartesi

Toplumsal Gelişim Ve Sanat Bölüm 5 KOLAJART Bağımsız Aylık Sanat Dergisinde yayınlanmıştır. 15/03/2020 Modern Çağa ait gelişmeler...