25 Haziran 2010 Cuma

SANAT TARİHİNE YÖN VERMİŞ SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN KESİTLER-2, Paul Gauguin


 ARTİST-MODERN DERGİSİ EKİM 2009 tarihinde yayınlanmıştır..

Paul Gauguin:
Paul Gauguin, Toulouse Lautrec, Van Gogh trajik yaşamları ile özdeşleşmiş yirminci Yüzyıl sanatına ayrı ayrı ama ortak bir tepkiyle farklı bir dil kazandırmış sanatçılar.
Gauguin'in yaşadığı çağ'da Empresyonist resimler bir evvelki akımların etkisini silmiş ve yeni bir akım doğmuştu. Kaldı ki, empresyonistler bile kendi çağlarında tepkilerle karşılaşıyorlar tam olarak benimsenmiyorlardı. Çünkü alışılagelmiş gerçek görünenin betimlemesinden uzak resimlerdi Empresyonist ressamların çalışmaları. Hayranlık duyulabilecek görüntülerden uzak, çizgisiz, kompozisyonların kendince belirlendiği, resme bakınca net bir sonucun-kararın alınamadığı resimlerdi bunlar. Uyumsuz fırça darbeleri ile oluşturulan resimlerde inandırıcı mekânlar ve objeler yoktu. Günlük hayatı betimleyen resimlerde tarihsel saygınlığı yansıtan etkiler de yoktu. Ama sanata farklı bir anlatım ve teknik dil kazandıran bu ressamlar bununla da yetinmeyip farklı arayışlar içine girdiler. Sonuç olarak, sanat tarihinin modern resme geçişinin de ilkleri oldular. Gauguin'i izleyen küçük bir grup Nabi'ler adını alan bir resim hareketi başlatmışlardır. 



PAUL GAUGUİN; YAŞAMI VE SANATI
7 Haziran 1848'de Paris'te doğdu. Babası Clouis Gauguin gazeteciydi. Cumhuriyetçilerin en ateşli yazarlarından biriydi. Annesi Aline Chazal, taş baskı üzerine çalışan bir ressamın kızıydı. Anneannesi Flora Tristan Argon'lu Borgia'lardan geliyordu. Gauguin her zaman damarlarında Borgia'ların kanı olduğunu söylerdi. 1851'de Louis Napeleon'un hükümet darbesinden sonra babası ailesi ile birlikte Peru'ya yerleşti. Gauguin heyecanlı ve hareketli yaşamı o günlerde başladı. Lima'nın beyaz evleri, yeşil ağaçları, mavi denizi, güneş yanığı insanları, bu insanların canlı renklerdeki elbiseleri onda renk tutkusunu yaratmıştı belki de. Gauguin 7 yaşında annesi ile birlikte Orleans'daki amcasının yanına döndü. 17 yaşında gemici oldu. 6 yıl dünyanın tüm denizlerini gezdi. 23 yaşında denizciliği bıraktı ve Paris'de borsa simsarı Bertin'in yanında çalıştı. 12 yılda böyle geçti. Gauguin, ev ve işyeri arasında gidip gelen çalışkan ve örnek bir ev erkeği idi. Kazancı da iyiydi. Danimarkalı Mette Sophie Gat ile evlilik yaptı. Çok mutlu başlayan evlilikleri yıllar sonra hayal kırıklığı ve acı ile bitecekti. Mutlu yıllarla birlikte beş çocukları oldu.
Her şey Gauguin'in arkadaşı Emilie Schuffenecker'ın resim hevesi yüzünden başladı. Schuf'da bir bankada memur idi. Her haftasonu eline boya kutusunu, sehpasını alıp kırlara çıkar ve resim yapardı. Bir gün bu keyifli Pazar gezintisine Gauguin'i de çağırdı. Gauguin fırça, boya ve renkleri görünce içsel bir coşkuyla fırçaya sarıldı, eline fırçayı alır almaz korkunç bir büyüye kapılır gibi oldu: Bir daha fırçayı hayatı boyunca elinden bırakmadı.
Manzara resimlerinden portreye, portreden çıplaklığa geçti. Evliliklerinin ilk sorunu Gauguin'in çocuklarının dadısını yatağa uzanmış çıplak resmini yapması ile başladı. Resmi gören karısı hıçkırıklara boğuldu. Hem kıskançlık duymuştu hem de eşinin artık resme kapılıp evden uzaklaşması onu öfkelendirip hırçınlaştırmıştı. Gauguin, otuz beş yaşında resme başladı ve işini bıraktı. Sürekli geliri yoktu artık ve geçim sıkıntısı çekmeye başladılar ve hatta geçinemez oldular. Karısı bu durum karşısında da tepkiler göstermeye başlayınca ''Bana bir yıl izin ver, başarılı olmazsam resmi bırakırım'' dedi ama yalan söylediğini kendisi de biliyordu. Bir yılın sonunda başarılı olamadı, artık sefalet çizgisinde yaşıyorlardı. Karısı Mette, hayallerle yaşayacak bir kadın değildi, çocuklarını alıp Kopenhag'a ailesinin yanına kaçtı. O da eşinin yanına gidip büyük oğlu Clavis'i alıp Paris'e geldi. Gauguin küçüklüğünde resme yeteneği olan bir çocuk değildi. Ayrıca okulda, atölyede, akademide eğitim almamıştı. Yalnız, içinde yıllardan beri bir renk karışıklığı ve coşkusu birikmişti. Yaptığı tablolarda bol bol, parça parça renkler saçılıyordu. Resme empresyonist anlayışla başladı. Pissarro ona ''pazar günü ressamı'' diyordu ama Pissarro ve Monet sonraları onun resimlerini beğenmeye başladı. Ancak sanatçı çok geçmeden onların anlayışından ayrıldı. Empresyonistler, ışıkta titreşen soluk renkler arar ve böylece konunun çerçevesini bir tek canlılık içinde sürüklemeye çalışırken, Gauguin, renkleri birer yoğun leke halinde vurmaya bakıyor, konuları sağlam ve kitleler halinde işliyordu. Empresyonistler için renkler, gözde bir izlenim yaratmalıydı. Gauguin ise; ''niçin görmediğimiz rengi vuralım, niçin canlı renkler kullanmayalım?'' diyordu. ''Kiliselerimizin pencerelerine gözenekler yapanla mavi ile kırmızıyı bir arada kullanmışlar, biz niye çekinelim?'' diyordu.
Gauguin, pembe köpek yapmıştı, kırmızı at'ta, kırmızı ağaç da... Onun resme başlaması nasıl birden bire olmuşsa, üne kavuşması da hiç beklenmedik bir anda olmuştu. 1891'de açtığı bir sergide kırk tablosu satılmış, büyük bir servete kavuşmuştu. Artık, çok sefalet çektiği Paris'ten kaçmaya karar verdi. İnsanların, havanın, renklerin katışıksız, saf olduğu ülkelere gidecekti ve bir gemi ile Tahiti'ye gitti. Çocukluğundaki yakıcı güneşe çocukluğundaki yakıcı güneşe, canlı renklere, kaynayan o kızgın coşkun atmosfere kavuşmuştu. Yanık tenli insanlar, renkli elbiseler içinde nar yüzlü kadınlar, ateş parçası çiçekler, mükemmel doğa, saflık dokunulmazlık onun duygularını tetikliyordu. Ancak, sefalet burada da peşini bırakmamıştı. Bir yıl sonra Paris'e gidip sergi açtığında, umduğunu bulamadı. Bonnard, Vuillard gibi birkaç ressam arkadaşı yaptığı resimleri çok beğendi. Tam o parasız günlerini yaşarken amcası öldü. Mirastan kendine düşen payla tekrar ışıklı-sıcak, saf doğası ve insanları olan adalara geri döndü. Umutsuzluk içinde idi çünkü diğer sergisinde satılan resimler onun beğenmediği ilk anlayışının resimleriydi. Şimdi, bu resimlerde kendini bulduğuna inanıyordu, Paris ise bu resimleri beğenmekten uzak bir tutum içine girmişti.
Gauguin, 1897'de birçok felaket yaşadı, kızı Aline öldü, karısı ilişkisini tümden kesti, kendisi hastalandı. Sinirleri de bozulmuş, yaşama gücünü kaybetmişti. Buna karşılık, sanat üretimi daha da yoğunlaşmıştı, en büyük yapıtlarını bu döneminde verdi. Çektiği para sıkıntısından ötürü ve cüzam hastalığı canından bezdirmişti onu. Kendisini öldürmeye kalktı. Çaresizlikten Peru resmi makamlarına vergi memuru olarak girdi. Yaşayışı, davranışları çalışma arkadaşlarını rahatsız etti. Herkes onu kendini beğenmiş ve yabanıl buluyordu. Kendine gösterilen tepkilerden rahatsız oldu ve işi bırakarak Tahiti'nin bir köyüne yerleşti. Burada Tahuta isminde onüç yaşında bir kızla evlendi ve bir oğlu oldu. Oğluna, kendisinin resme başlamasına neden olan arkadaşı Emile'nin ismini verdi. Burada kendini mutlu ve huzurlu hissediyordu ama bir zaman sonra bu duygusu da geçti. Çünkü cüzam hastalığı çok ilerlemişti ve yavaş yavaş ölüme gittiğini biliyordu. Tüm vücudu iltihap kaplamış, kalp hastalığı da başlamıştı. Sancılardan kurtulmak için, içki ve morfine sığınmıştı.
Yaşama gücünü yitirmişti ancak tek gücü devam ediyordu, resim yapma isteği… Yapıtlarına yansıyan ateş, vücudunu kavuran ateşle eş'di. Bundan olacak ki, son çalıştığı resim, bir Fransız köyünün karlar içindeki manzara görüntüsüydü. Adeta vücudundaki ateşten kaçmak istercesine son resmini karlar içinde bir köy yaparak gerçekleştirdi. Sanki kendinden de kaçar olmuştu medeniyetten kaçtığı gibi… Resmini bitirdiği 8 Mayıs 1903'de kendini evinden dışarı attı, kırlara doğru uzaklaştı. Arkadaşları onu birkaç saat sonra kaskatı olmuş bir durumda buldular. Elli beş Yıl önce Paris'te doğan sanatçı, haritada yeri bile olmayan Hiva Oa köyünde yaşama ve tüm renklere gözlerini yumdu. 



PAUL GAUGUİN RESİMLERİNİN SANAT ÇÖZÜMLEMESİ:
Yeni bir anlayışı oluşturan tüm ressamlar gibi onunda hayatı zorluklarla geçti. Gauguin 19. Yüzyıl Avrupa ve dünya sanatına bir ufuk açmıştı. Gauguin de çağdaşları, Cezanne, Van Gogh gibi Rönesans ve Barok sanat anlayışındaki tüm resimsel öğeleri redderek yeni bir sanat anlayışı ortaya koymuşlardır.
Gauguin ilkel kabilelerdeki saf yaşamın, uygarlığın getirdiği yozlaşmadan farklı bir yaşam olmasından etkilenmişti. Bu etki ile renkleri saf değerlere ulaştı. Renklerinde ara değerler yoktu ve boyayı kullanma biçimi yüzeyler halindeydi. Renk alanını çevre çizgileri ile sınırlıyor, perspektif ve hava perspektifinden yararlanmıyordu. Doğa resimlerinde Pissarro ve Monet' den uzaklaşması kendi iç dünyasına dönük bu sentezi oluşturması ile başladı.
Gauguin ilkel sanatın Batı resmini yenileyecek unsurları olduğuna inanıyordu. Figürlerinde görülen heyecansız, katı ve ciddi çevreler ile primitif sanata yöneldi. Yapıtlarında Girit ve Mısır sanatına yaklaştı. Çağının anlayışı olan anıtsallık, ışık-gölge, modle, kademeli ton değerleri, çizgi perspektifi, kademeli yüzeyler ve rölyef onun kompozisyonlarına asla girmedi.
Van Gogh ile sanata ait ortak ilkeler paylaştıkları halde trajik bir ayrılık yaşamışlardı. Sanatçı, resimlerinde, renkleri ve perspektifi kural dışı uygulamış, kendi renk dünyası ile kurduğu resimlerinde egzotik etkilere yer vermiştir. Resimlerinde fügürleri, doğayı ve objeleri kalın çizgilerle ayırırken renk lekelerinin kendi içindeki kuvveti ahengini de yakalamıştır. Kompozisyonları oldukça naif ve primitif etkidedir. Birçok batı sanatçısının ilkel sanata yönelmesi gibi onun da resimleri ilkel sanatın etkisindedir. Çünkü akademik eğitimi reddeden bu sanatçılar için ilkel sanat akademik eğitimin bir ant-tezi durumundadır.
Gauguin'in, 'Ay ve Yeryüzü' 1893, tablosunda Tahiti'de ürettiği tablo onun uygarlıktan kaçışının ve yerel kültürden aldığı hazzın bir resmidir. Buradaki ay formu ve çıplak kadın, uygar dünyada idealleşen kadın formundan çok farklıdır. Kendince yaşadığı bir alegori yaşamaktadır. Resimdeki tüm ögeleri doğa ve doğallıkla bağdaştırmıştır. 


Empresyonist resim etkisinden çıktıktan sonra yaptığı tüm resimler, rengin renkle planlandığı, oylum etkisinin çok az olduğu, doğanın taklidinde olmayan kendi kurgusu ile kurulan doğa kompozisyonlarından oluşmaktadır.
Sarı İsa tablosundaki formların basite indirgenmesi, kompozisyondaki her bir ögenin yüzeysel çalışılmış olması, fügürlerin yer yer kalınlaşan incelen kontürler ile çevrelenmesi tıpkı İtalyan primitiflerinden; Cinabu'enin eserlerindeki fügürleri çağrıştırmaktadır. Tahiti'de yaptığı ''Beyaz At'' ın rengi yeşile çalan beyaz renkte ve üstünde turuncu lekelerin olduğu görülmektedir. Yeşil dere, açık pembe patika ve kırmızı renkte bir at üstündeki çıplak bir yerli. Gökyüzü sıkıca yerleştirilmiş ağaçlarla örtülmüş ve resimdeki atmosferde bunaltıcı bir kapanıklık görülmektedir. 1891 yılında yaptığı ''kadınlar''ile 1892 de yaptığı ''Bugün pazara gitmeyeceğiz'' isimli iki tablosunun arasında çok az da olsa stil farkı gözlemlenmektedir. ''Kadınlar'', yerli tiplerinin örneklerindendir, diğeri ise tümü ile primitif etkidedir, geniş renk planları dekoratif etki yaratmakta ve Mısır duvar resimlerini anımsatmaktadır. ''Tahitili kadınlar ve Plaj'' tablolarında objektif bir görünüm vardır. Kimi eleştirmenlere göre resimlerinde sembolik etkiler vardır. Son resimlerinde Bretanyalı köylülerin yerini yerliler almış, doğa, cennet gibi temalara yönelirken resimlerindeki sert-köşeli yapı yerini daha yumuşak etkilere bırakmıştır. Uzak doğu resimleri ve adalarda etkilendiği ilkel sanat; Hint, Mısır, Polenezya ve Rönesans sanatlarının etkisinde (Nereden geliyoruz, Kimiz? Nereye Gidiyoruz?, 1897-98Boston Güze Sanatlar Müzesi) kalarak oluşturduğu resimdir. Resimlerinin dışında heykel çalışmaları da olan Gauguin, Kuzey dışavurumculuğunun, Soyut Sanat kuramının başlangıcını önemli ölçüde belirlemiştir. Gauguin, çağımız sanat görüşüne yeni bir perspektif kazandıran sanatçıdır.
Belgin Balanoğlu Alagöz



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Toplumsal Gelişim Ve Sanat Bölüm 5 KOLAJART Bağımsız Aylık Sanat Dergisinde yayınlanmıştır. 15/03/2020 Modern Çağa ait gelişmeler...