26 Haziran 2010 Cumartesi

ÇAĞDAŞ TÜRK SANATÇILARI BATI ve ÜLKELERİNE GÖÇ


 
Bu yazı Artist Dergisi; Modern de yayınlanmıştır. 09/06/2009 



Çağdaş Türk Sanat Tarihi bildiğiniz gibi XIX. yy.'ın ortalarında yenilikçi Osmanlı padişahları tarafından başlatılmıştır. Süre gelen Osmanlı tarihinde Minyatür sanatı, Hat sanatı, Ebru sanatı ve çeşitli bezemecilikler; kültürü, sosyaliteyi ve birçok bilgiyi bize ve diğer toplumlara yansıtmaktadır elbette.
Kısaca değinmem gerekirse; Batı'da gelişen toplumsal yapılar da çok uzun süreçlerden geçmiştir ve bu dönemleri vurgulacak olursak ''karanlık dönemleri, dine dayalı dönemlerini reform haretleri ile Ronesans'a kadar ulaştırdıkları ve bu gelişim süreci içinde sanat gelişimlerini hızlandırdıkları ve oluşturdukları bilinmektedir.
Batı'nın en yakın tarihine dönecek olursak; bu süreç içinde  XVIII. yy. Materyalist dünya görüşünden yorulan Batı'nın Romantizm dönemine girdiğini görürürüz.  


Toplumlardaki sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, siyasal biçimlere tepkiler veren sanatçı kimlikler, kurulu düzene karşı oluşturdukları ve birbirini tepkileyerek geliştirdikleri sanat akımlarını da oluşturmuştur. Batı, tüm bu gelişimler içinde ilerlerken, Sanayi Devrimi hızla gelişmekte ve yenilikçi Padişahlar tarafından birçok gelişim denemek istense de dine dayalı Osmanlı yönetiminde çeşitli engeller yüzünden bu gelişim içinde yerini almamaktadır. XVIII. yy.'ın sonlarına doğru III. Selim'in islahat hareketleri sırasında Batı yöntemleri ile eğitim yapan Askeri okulların kurulması karalaştırılmıştır. Mühendishane-i Berîi Hümayun adını taşıyan askeri okul, 1794 yılında eğitime başlayarak askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmıştır. Bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallar da yer almıştır. III. Selim'in başlattığı ıslahat hareketlerine II. Mahmud (1808-1839) devam etmişttir. Çağdaş anlamda eğitim veren Bahriye, Tıbbiye, Harbiye askeri okulları açılmıştır. II. Mahmudun bu konudaki yenilikçi tavrında kendi resmini çoğaltarak devlet dairelerine astırması farklı bir geleneğin başlatıcısı da olmuştur. Kurulmuş olan Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan kişiler sanata yönelmiş ve çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. 


Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkin olanları Ferik Tevfik Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Hüseyin Zekai Paşa, Osman Nuri Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa'dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa resimlerinde peyzaj çalışmalar yürütmüş ve fügür çalışması olarak yaptığı Kendi Portresi dönemi içinde figür olarak yapılmış en önemli çalışmadır. Bu dönemde  İstanbul'da gerçek anlamda ilk resim sergisi Şeker Ahmet Paşa'nın çabalarıyla 27 Nisan 1873 tarihinde açılmıştır. Bu tarihlerde Osmanlı Devleti Yönetimindeki yalnışlıklar ülke topraklarını tehlike içine düşürmüşlerdir.
İşte böyle süren dönemlerin sonlarına doğru istila halindeki Osmanlı topraklarını işgallerden kurtararan Atatürk, Cumhuriyeti Kurmuş Çağdaş ve Modern bir ülkenin temellerini atmıştır. Yeni siyasi yapılanma birçok alanda olduğu gibi sanat gelişimini de hızlandırmıştır..
Tüm bu kısa bilgi doğrultusunda ''
ÇAĞDAŞ TÜRK SANATÇILARI VE BATI ÜLKELERİNE GÖÇ'' gibi bir yapılanma da baş göstermiştir.
Ülkemizin bu dönemden itibaren sanat tarihini açacak olursak gelişen bu sürecin tarihsel ve gelişimsel durumu yansıtılabilir kanımca. 



ÇAĞDAŞ TÜRK SANATÇILARI VE BATI ÜLKELERİNE GÖÇ

Osmanlı Devletinde başlayan (XIX. yüzyıl ortalarında bilinçli bir program ile) sanat eğitimi için batıya öğrenci gönderme politikası , Cumhuriyet dönemine geçtikten sonra da sürmüştür. Ancak özel imkanları ile yurtdışında eğitim alan ve yaşayan sanatçıların dışında, resmi programlarla öğrenci gönderme uygulamasında yetenek kriterlerinin hangi boyutta araştırıldığı gibi bir sorunsal da yaşanmış olabilir. Çağın etkin akımları içinde yer almak, sanatını geliştirmek ve bu alanda kendini varetmek isteyenTürk Sanatçıları, Paris'te yoğun sanat çalışmalarına girmişlerdir. İlginç olan bir durum vardır ki o da devlet parası ile eğitime gönderilen sanatçıların pek çoğu oraya yerleşmeyi seçmişlerdir. Elbette bu durumun geçerli bir nedeni vardır. Paris'in özgür sosyal ve kültürel ortamı çok yönlü zengin dokusu sanatçıların, sanatsal yapılarını besleyen en önemli unsurdur. Ancak bu ortama kendilerini kabul ettiren kaç türk ressamı olmuştur? 

  
Paris; bir zamanlar dünyanın sanat merkezi idi. XX. yy.'a girerken başlayan bu süreç  II. dünya savaşı sonlarına değin sürmüştür. XX. yy. başlarında Paris'e göç eden sanatçılar ''Modern Avrupa Sanatı'' nı anlatan yayınlarda özellikle vurgulanır. Bu sıralar Paris'in yanı sıra Almanya Münih kentinde de bir sanat merkezi ve ekolü oluşmaya başlamıştır. Yaşamlarını yurtdışında sürdüren sanatçılarımız, 1977 yılında İstanbul'da bir sergi açmışlardır. Bu sanatçılar içinde Hakkı Anlı, Abidin Dino, Selim Turan, Yüksel Arslan, Adnan Varınca, Avni Arbaş, Nejat Melih Devrim, Serkiz Zabunyan, Erdal Alantar gibi isimler sayılabilir. Genç kuşakta ise o yıllarda Utku Varlık, Gürkan Çoşkun bir düzey kazanmış durumdadır. 1962 yılında resim çalışmalarını Amerika'da sürdüren Burhan Doğançay; Wall-Painting (soyut bir resim akımı) içinde önemli bir oluşumdur. Yine New York'ta yaşayan Erol Akyavaş ise etkin uslup arayışları içinde olmuştur. Paris'te yaşayan bazı sanatçılar, ülkelerinde Paris deneyimlerini uygulamak için çaba göstermişlerdir. kimi sanatçılar ise Türk uyruğundan çıkarılıp tekrar bu hakkı kazanmak için uğraş verdikleri bilinir. Avni Arbaş gibi..  

Almanya da yaşamını hala sürdüren Hanifi Yeter, Mehmet Güler, Prof. İsmail Çoban, Halil Akdeniz eserleri ile türkiyedeki fuar ve sergilerde sık sık görmekteyiz. Bunun yanı sıra eğitimlerini yada sanat çalışmalarını yürütmek için belli dönemler yutdışında yaşayan sanatçılarımız ülkelerine kesin dönüş yapmış ve sanatlarını hala sürdürmektedir. Bunlar içinde Mehmet Aksoy (heykeltıraş), Bedri Baykam (ressam), Ertuğrul Ateş'i (ressam) sayabiliriz. Paris'te yaşayan sanatçılarımızın geçici başarılarına karşın dramatik yaşam öyküleri olmuştur. Genç yaşta kanser olan ve bunalıma girerek intahar ettiği söylenen Hale Asaf Hanım'ın yaşamı bu drama simge sayılabilir. Hale Asaf güçlü bir kompozisyon ustası ve portretist'tir.  

Paris'te yaşayan ve başarılı sanat yaşamının farkında olmaksızın, başarısızlıkla süren, alkole yenik bir sanatçımız Fikret Mualla'dır. Bu dramın en sansasyonel ismi Fikret Mualla. Paris'te bohem bir yaşam sürdürmüştür. Son yıllarında Madam Angles isimli yaşlı bir kadın tarafından korunmuştur. Eserleri günümüzde en yüksek primi yapmaktadır.
Aliye Berger'in kız kardeşi Prenses Fahri Nusa Zeit uzun yıllar yaşadığı Paris'te eşinin politik misyonlarından büyük ölçüde yararlanmıştır. Fahri Nusa Zeyit ilk eşinden olan ve yaşamını yurtdışında geçiren Nejat Melih Devrim'in annesidir. Fahri Nusa Zeyit, Çağdaş Türk kadının ressamlarımız içinde özgün soyut sanat biçimini oluşturmuştur.

 


Çağdaş Türk sanatını gelişim süreci içine girmesinde Mühri Besim Hanımın büyük katkısı olmuştur. Mühri Besim Hanımın yaşamının bir bölümü Roma D Annuzio villasında geçmiş ve Amerikaya gittikten sonraki serüven dolu yaşamı resim sanatının etkinlikleri ile doludur. Amerika da sergi açan ilk Türk sanatçısıdır.
Bu sergi Türkiye de Cumhuriyet Gazetesinde Şöyle duyurulmuştur; ''Ressam Mühri Besim, milli kıyafetimizle kendi resmini yaparak, bu resimle beraber bir fotograf çektirmiş ve bu fotografını resimli bir Amerikan Gazetesine göndermiştir. Gazete bu fotografı basmış ve altına şu fıkrayı yazmıştır:
Asri Türkiye'de ilk kadın Artisttin Mühri Besim Hanım olduğu söyleniyor. Mühri Besim Hanım İstanbul'da Milli Nesif Sanatları Akademisinin müessidir. Mühri Besim Hanımın Tabloları New York'ta George'de Mazireff'un Galerisinde teşir edilmektedir''.

Ancak ilk kadın ressam gerçeğini Cumhuriyet Gazetisi Şöyle açıklamıştır;
Ressam Mühri Besim Hanım ilk Türk kadın ressamı olmadığı gibi Nefis Sant Akademisi müessisi değildir. İlk 'Kız Sanayii Mektebinin Müdürüdür' Mühri Hanım uzun yıllar Roma Sanayii Nefise Akademisinde çalışmış değerli bir Türk Sanatçısıdır. Birçok güzel eserler vucuda getiren kudretli fırçasının ibda ettiği tabloları bizi tanımlayan hatta bir türk ressam hanımın mevcudiyetine bile inanmayan Amerikalılara göstermek için ta oralara kadar gitmesi takdire şayanı teşekkürdür. Mühri Hanım güzel eserleri ile Amerika'da Türkiye ve Türkler lehine büyük ve kuvvetli ve müessir bir propaganda yapmış oluyor''.
Türk sanatçılarının sanatsal etkinlikleri elbette bu kadar değildir. Bianeller düzenlenen şehirlerde (Paris, Venedik, Sao Paolo) sergilere katılmışlardır. Bunun yanında A.B.D., S.S.C.B., Balkan ülkelerinde sanatsal ve kültürel ilişkiler çerçevesinde Türk Sanat Sergileri düzenlemişlerdir. Ayrıca müslüman Ülkelerin kentlerinde (Tahran Karaşi, İskenderiye gibi) sergiler düzenlenmiştir.  






Pek çok sanatçımız özel girişimlerle batıya açılmıştır. Münih'de Hoffman Atölyesinde 1960 yılında eğitim ilişkileri de başlatılmıştır. Türkiye'de 1958-1965 yılları arasında Türk-Alman Külür Merkezi Galerisi Türk sanatını geliştirme açısından büyük zemin olmuştur ve sanatsal diyalogları sağlamıştır.
II. Dünya Savaşından sonra Paris sanat merkezi olmaktan çıkmış yerini New York almıştır. Ancak bu ülkenin uzaklığı, kültürel farklılığı ve yaşam biçimine ayak uyduramama gibi sorunlar Türk sanatçılarını Paris, Berlin, Roma, Floransa, Londra gibi sanat metropollerine yöneltmiştir.  




 
Yine önemli bir sanatçımız Yüksel Arslan 1961 yılında Paris'te yaşamaya başlar. 
Yüksel Arslan'ın çalışmalarındaki özgün uslup kısa sürede dikkat çeker. Çalışmalarındaki esinlemeler Eski Hat, Karagöz ve Fatih albümündeki Mehmet Siyah Kalem'in resimlerinden başlar. Bu çalışmaları kendine özgü, özgür çizgi uslubuyla geliştirir.  daha sonra bu uslubu Fallik-Erotik temalarla birleştirir. Kısa bir süre sonra ünlü psikologların ilgisini çeken 'Arture Dizisi'ni oluşturan resimlerini yapar. Bu döneminde ayrıca bir denemeye de girişmiştir. Bu deneme Karl Max'ın Kapital kitabının bir tür üllüstrasyonudur. Ancak bu çalışması günün politik modasını yansıtmaktan öteye gitmez. Yine bir dizi oluşturur. Bu diziye etiketler (Unfluenees) adını verir. Bu dizideki çalışmalarda ise çizgi uslubunun olanaklarını deneyerek kültürel ve sosyal yaşantıda karşılaştığı serüvenlerin izlerini yansıtır.  


  
Tüm bu anlatı içinde isimlerini sayamadığım bir çok değerli ressam ve heykeltraşlarımız yurtdışında lisans, lisansüstü eğitimlerini tamamlamış, Türk Sanatına ülke içinde ve dışında önemli katkılar yaratmışlardır ve devam etmektedir.
Sanırım burada en dikkat çekmesi gereken durum sanatçılarımızın Türkiyedeki sınırlı sanat olanakları yüzünden dış ülkelerde sanatlarını sürdürme çabaları içinde olmalarıdır. Ülkemizin bugününe bakacak olursak sanatın hala çok sınırlı bir alanda dönüp durduğunu ve sanat yaratısı içinde olan sanatçının (özellikle gençler) sanatını oluşturabilmek için yeterli finansa sahip olamadığını ve üretkenliklerini sürekli hale getiremediklerini görürüz.  







Bu noktada devletin sanatçılara ve galerilere özel alanlar açması, desteklemesi gerektiğini söylemem gerekiyor. Tabii en önemlisi de ulusal yayınlarda-medyada görsel ve yazınsal basının sanatla ilgili haberlere yer vermesi..
Toplumun sanatla eğitilmesinde en önemli unsurlardan biri de direk olarak topluma ulaşmak sanırım.. 


Belgin Balanoğlu Alagöz

25 Haziran 2010 Cuma

SANAT TARİHİNE YÖN VERMİŞ SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN KESİTLER (4) HENRİ MATİSSE


ARTiST MODERN Dergisi Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır.

HENRİ MATİSSE
Sanatın ve sanatçının vardığı empresyonizm dönemine gelene kadar yaşanan süreci bir-iki başlıkta anımsayacak olursak:
Ondördüncü yüz ortalarında sanatçı, objeye bakışındaki perspektifi kendi istemine göre belirliyor, mekânı-espası sembolik ögelerle yapılandırmaya ve yüzünü doğaya dönmeye başlıyordu. Sembolik dünyadan Doğa dünyasına geçiş olan betimlemelerini başlatıyordu. Sanatçı artık içselleşiyor farkına varmadığı bir özgürleşmeye adımını atıyordu. ''Skolâstik Zihniyet'', ''Mutlak Doğru'', ''Nesnel Gerçeklik'' koşullanmasını bırakıp, öznelliğinin tadına varıyordu. (Akyürek, 1994,99). Değişime uğruyor, nesnel dünyaya yöneliyor, geleneksellik zincirlerini kırılıyordu.
13. yy.da başlayan ticaret ekonomisi, 14.yy.da güçlü tüccarların toplumda kabul görmesini ve ulusal ekonomi üzerine etkin güç oluşmasına neden olmuştu. Bu durum para ve kâr olgusunu da beraberinde getirmişti. Doğal olarak sanat ve sanatçı var olan durumdan etkilenmiş küçük atölyelerde bireysel çalışmalar içine girmişti. Sanatçı artık 'uslup' edinmeye başlamıştı ve sanat süreci toplumsal sosyoloji-psikoloji, sosyo-ekonomik yapılar, felsefe ile yapılanarak gelişiyordu. Günlük yaşama karşı duyarlaşmıştı.
Yeniçağın Rönesans'ı getiren bir çağ olduğu gerçeğinden yola çıkarsak, bu çağ'ın sanat ve sanatçılar için de yeni bir başlangıç olduğunu saptayabiliriz. Yeniçağ öncesinde de sanat ile ilgili yapılanmalar vardı elbette ama tüm sanat yapanlar meslek kuruluşlarına bağlı idi. Çünkü sanat, var olan çevreye işlevsellik amacı ile kurgulanıyor ve yerleştiriliyordu. Sanat, talepler doğrultusunda yapılan bir iş bir meslek idi. Bunun en önemli bölümü dinsel amaçlı kullanım idi. Daha sonrasında yeniçağ ile başlayan reform hareketleri, sanat yapan insanların, yeni bir anlam ve alan gereksinimi arayışlarının içine girmelerine neden oldu. Buna rağmen sanatçılar hâlâ özgürleşememişlerdi ve loncalara, meslek birliklerine olan bağları devam etmekteydi. Malikâneleri süslemek, ata resimleri yapmak, burjuvaların portrelerini yapmak onların korunmalarını (hamilik döneminden) sağlıyordu ve dolayısı ile sanatçı olarak kendilerini var etmesine yarayan unsurlardı. Bu durumu giderek kanıksayan ve kendi güçlerinin farkına varan kimi ressamlar, yaptıkları eserlere kendilerinden bir şeyler katmaya, renkle biçimle değişim sağlamaya başladılar (gülünç ya da dramatik). Diğer yandan dışarıdan gelen taleplerle kendi atölyelerini oluşturmaya ve hami'lerinin dışında resim siparişleri almaya başlamışlardı. Tabii ki bu oldukça uzun bir süreç oldu. Felsefenin ''güzel'' kavramını tartışması, Hollandalı ressamların ve Carravagio gibi ressamların doğayı ustaca taklidi, Raffaello, Reni ve Carraci gibi ressamların doğayı idealize etmeleriyle seyreden değişimler süreci. Tüm bu ve benzeri düşünce ve sanat tartışmaları, uygulamaları da beraberinde getirirken, sanatçının, pek de farkına varmadığı özgür yapılanmasını da getiriyordu aslında. Fransız İhtilâli'nin (1789) modern çağın kapılarını açmasına neden, Akıl Çağı'nın sanatçının düşünme ve uygulama özgürlüğünü sağlaması idi. Artık sanatçılar kendi kimliklerini ve düşüncelerini ifade etmek gibi bir özgür tavra ulaşmıştı ve düşünen-sorgulayan-ifade eden kimliğe doğru hızla ilerliyordu. Zaman içinde ''üslûp'' lar oluşmaya başladı. Fakat bu üslûplaşma fırçanın kendi yapısını değil, sanatçının tuvalinde kurduğu yapının (konstrüksiyon) tümünü belirleyen bir ifade biçimi idi. En çok da mimari yapılarda görülüyordu üslûplaşma ve Art Nouveau Akımı, süslemeci-dekoratif zarafeti ile tarihteki yerini alıyordu. Bununla birlikte sanatın diğer disiplinleri de farklılaşma içindeydi. Müzik'te besteler, romanlar, şiirler farklı düşüncelerle katılıyordu sanat ortamlarına ve izleyenler de kimi zaman anlamaya çalışıyor kimi zaman aşağılıyor kimi zaman tepkiliyor kimi zaman da alkışlıyordu.
Yeni bir çağ başlamıştı ve çağın düşünce çağı olması farklı seslerin ve tepkilerin de çıkmasına olanak tanımıştı. Artık klasik anlayış ve akademik eğitim yadsınıyor ressamların resimleri doğaya ve yaşamın içine dalıyordu. Gelenekten kopuş dönemi başlamıştı ve galeriler, sergiler, eleştirmenler hızla artıyordu. Bu durum sanatın ve sanatçının toplumdaki varlığını ve söz hakkını da güçlendiriyordu.
''Empresyonizm'', 1874'de bir fotoğraf atölyesinde açılan sergi katalogu içinde yer alan ''Impression: soleillevant'' (izlenim: gündoğumu) isimli Monet'in bir tablosu yer almaktaydı. Eleştirmenlerin ismi gülünç bulması ile burada sergi açan ressamlar ''Empresyonistler'' (izlenimciler) olarak anıldı. Eleştirmenler, bu çalışmaların, sağlam bilgilere dayanmayan, geçici an'ların yeterli olduğunu vurgulayan bir etkide buluyorlardı, tıpkı Gotik, Barok ya da Maniyerist'ler gibi.
Oysaki ressamlar bu isimden hoşnut kalmıştı ve kabullendiler. Empresyonist dönem resmin en hızlı değişim geçirdiği dönem oldu. Işık, renk, fırça kullanımı her sanatçının kendi dili ile yapılanmaya başladı. Bu dönemde yetişen ressamlar birbiri ile iletişim içinde ve birbirlerini izliyor ve etkileniyorlardı. Ancak birbirlerinden farklı diller yaratma süreci içinde idiler. Bu sanatçılardan modern resme en çok yaklaşanı Henri Matisse oldu.
Henri Matisse, Fovist Akımı başlatan bir sanatçıdır. Fovlar, 1905 yılında açtıkları bir sergiden sonra; 'Les Fauves', 'Vahşi Hayvanlar', 'Vahşiler' olarak anılmaya başladılar. Matisse resimlerini canlı renklerle sağlam desenlere dayandırmıştır. 'Ev İçleri', 'Odalıklar', 'Dans Eden Kızlar', 'Portakal/Muz/Midye natürmortları' en çok severek çalıştığı yapıtlar arasındadır.
Matisse, bütün Fov'lar gibi yoğunlaştırılmış renkleri seviyor, çeşitli renk değerlerini öylesine dengeye getiriyordu ki, hiçbir renk, diğer rengi baskılamıyor, itmiyor ve tek başına bırakmıyordu. Renk duygusu ve bilgisi çok gelişmiş olan Matis, renk değerlerinin birbiri ile çarpışmasını değil birbirileri ile karşılıklı anlaşmasını sağlıyordu. Yoğunlaştırılmış rengi reddeden biçim ve derinlik onun resmi olamazdı. Neşe ve canlılık, özgün fügür ve doğa, ferahlık, neşe, sevinç duygusu ve renk onun resimlerinin karakteristik özelliği oldu. Resimlerini geliştirirken, Neo Empresyonistlerden, Japon boyama sanatından, doğu kültüründen, Afrika'nın sıcak renkleri ve ilkelliğinden ve daha birçok dönem sanatçısından etkilendi, araştırmalar yaptı. Matisse, kendine özgü üslûbu 1903'de buldu. Bu üslûptaki objeler; renk, biçim ve çizgi'dir.



HENRİ MATİSSE; YAŞAMI VE SANATI
Henri Matisse, 31 Aralık 1869'da Fransa'ın Belçika sınırına yakın küçük bir dokuma kasabası olan Le Cateau'da doğdu. Saint-Quintin'de liseyi bitirdikten sonra babasının zoru ile hukuk öğrenimi için Paris'e gitti. Genç Matisse, başarısız iki yıldan sonra fakülteyi bırakarak memleketine döndü ve bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Ancak aklı resimde idi, küçük yaştan beri resme hevesi vardı. Çünkü annesi sanattan anlayan duygulu bir kadındı. Evde tabakların üstüne hoş resimler yapardı. Bundan dolayı Matisse'in parmakları küçük yaşta fırça tutmuş, boyaya bulaşmıştı. Ona istediği gibi resim yapma fırsatını geçirdiği bir hastalık verdi. ''Resim Nasıl Yapılır'' isimli bir kitabı okuduktan sonra resim yapmaya başladı. Babası da istirahat eden oğluna ses çıkartmıyordu artık. İyileştikten sonra Paris Güzel Sanatlar Akademisi'ne yazıldı. İlk hocası sıkı usullerle, tutucu görüşleri ile ünlü Bouguerau'ydu. Atölyede canlı model bulundurmaz, öğrencileri tunçtan modeller karşısında çalıştırırdı. Hocasının, onların yeteneklerine önem vermez tutumundan sıkılan Matisse, çok geçmeden kendisine başka hoca buldu. Gustave Moreau yanında çalışmaya başlayan Matisse'in ilk tabloları klasik bir etki taşımakta idi. Resimlerini düzgün biçimler ve karanlık renklerden oluşturmuştu. Resimlerinin çoğu Paris'teki sergiye alınmıştı ve başarılı olmuştu.
Yalnız, Matisse'in istediği ün değildi. Her büyük sanatçı gibi yenilikler istiyordu. Bu arada Cezanne, Gauguin, Van Gogh gibi büyük ressamlardan da çok etkileniyordu. Özellikle Cezanne'ın 'Banyo Yapan Kadınlar' isimli tablosunu maddi olanağı dar olduğu halde satın alıp atölyesinin başköşesine asmıştı. Cezanne'nın tablosu yıllar sonra, değerinin yüz katını aştığı halde onu satmadı. Fransız milletine hediye etti.
Bu bağışı yaparken eklediği mektupta; ''Bu tablo bana en sıkıntılı günlerimde destek olmuş, bana güç vermiştir'' diye yazmıştı.
Matisse, kendi anlayışını ararken ''Yeni Sanat''a ilişkin uygulamalar yapması onun sanatının gözden düşmesine neden oldu. Yapıtlarının 'Akademik bir nitelik taşımadığı ve çok ileri olduğu' gerekçesi ile galeriler tarafından kabul edilmiyordu. Bu durum Matisse'i üzeceğine sevindiriyordu, demek ki, istediği yoldaydı; Çünkü sanatta getirilen her yeniliğin başlangıçta yadırgandığını ve kendisinden önce reddedilen sanatçıların eserlerinin ulaştığı sonu iyi biliyordu.
Matisse 1904'de Güney'e Akdeniz kıyısındaki Collioure isimli bir balıkçı kasabasına giderek doğa resimlerine başladı. Doğa resimlerinde Cezanne'nın ılık, Gauguin'in göz alıcı sıcak renklerinden esinleniyordu. Ayrıca, München'te izlediği ''Doğu Sanatları Sergisi''nden imgesinde yer eden izleri de bu yapıtlarında ele alıyordu. Bu arada Paris'te ''Les Fauves''-''Vahşi Hayvanlar'' adı takılan (Fovist'ler) Genç Ressamlar Akımı kuvvetlenmişti. Matisse, güneyden döndükten sonra bunların en ileri geleni oldu. Bir okul açtı, bütün genç ressamlar onun çevresinde toplandı. Onları eğitirken, her resmin temelinde klasik resmin temelinin olmasını vurguluyordu. Gençler bu sıkıntıya gelemedi ve bir süre sonra okul dağıldı. Tüm bu yeni ressamlar Pablo Picasso'nun etrafında toplandı. Matisse buna üzülmedi, çünkü hiçbir zaman akım başı olmak istemiyordu. Onun amacı ve tek işi resim yapmaktı.
New York'ta bir sergi açtı. 1911'de 'Empresyonist Sonrası Sergisi'ne katıldı. 1913 yılında açtığı bir sergi İngilizleri çok kızdırdı. Ancak bu sergi üzerine The Time Gazetesi şöyle yazdı: ''İsterseniz Matisse resim sanatı ile bağdaşmayacak işlere girişiyor, resmi müziğe çevirmeye çalışıyor, diyebilirsiniz. Ama kızmaya, ressamı yeteneksizlikle, saçmalıkla suçlamaya kalkmayın. O yetenekli, büyüklük sahibi bir ressamdır.''
1. Dünya Savaşı ile birlikte, Matisse'in resimlerine yine karanlık çöktü. Bu sıralar Kübizm'e yöneldi. 1917'de Nice'ye gittikten sonra yine resimlerine renk girdi. Bu dönemde 'Odalıklar' isimli yapıtlarının dizisine başladı. Bu çalışmaları yapıtlarının en iyilerini oluşturmuştur. 1930'larda Matisse dünyaca ünlü bir sanatçıydı artık. Amerika'dan siparişler alıyor, yapıtları Müzelere değer katıyordu. Matisse'in hayatı maceradan uzak geçmişti. 1897'de 28 yaşında iken bir kızla evlenmiş, iki oğlan bir kız çocuğu babası olmuştu. Oğullarından bir büyüyünce New York'ta resim ticaretine girdi.
20.yy. sona ererken evli ve sanatında oldukça ilerlemiş bir ressamdı. 20.yy.ın ilk yarısı ise onu ünlü bir ressam olarak tanıdı. Matisse hayatının son yıllarını eklem iltihaplanması ile geçirdi. 1949'daVence'de (İtalya) bir kilisenin duvar resimlerini sipariş verdiklerinde günde ancak bir iki saat ayakta durarak resim yapabiliyordu. Çok yorulduğunda resmi yatağa seriyor, ayaklarını uzatarak yatağa oturup çalışıyordu. Yüksek duvar resimlerini tamamlayabilmek için dört metre sapı olan fırçalar kullanıyordu, çünkü merdivene çıkamıyordu. Ömrü boyunca diğer tüm ressamları inceledi ve şöyle dedi; ''Yıllarca yaratmak için uğraştığım şey'i yaratabildim artık. Yapacaklarım, o güne kadar yaptıklarımdan çok daha uçarı görünebilirdi belki de, ama elli yıl önce de yapmaya çalıştığım zaten buydu. Söylemek istediğimi söyleyebilecek duruma gelmem, bir hayli zaman almıştır.'' Matisse 03 Kasım 1954'te öldüğü zaman ellidört yaşındaydı. 



HENRİ MATİSSE'İN RESİMLERİNİN SANAT ÇÖZÜMLEMESİ:
Fransız ressam ve heykeltıraş Matisse Fovizmin öncüsüdür ve yirmi yaşında resme başlamıştır.
İlk kişisel sergisini, 1904 yılında Vollard Galerisinde açmıştır. Fakat bu Fovist etkiyi ilk sergilediği tablo karısının portresi'dir. 1905 yılında birçok tanınmış ressamın yer aldığı karma bir sergide (Salaon d'Automne) karısının portresi olan ''Şapkalı Kadın'' portresi ile Fovizmin ilk örneklerini sanat dünyasına tanıtmıştır.
Resimleri; doğalcılıktan uzak renkler ve biçimler, serbest fırça izleri, yoğun boya ve saf renklerle yapılandırılmıştır. Işık-gölge; karşıt renkler arasındaki gerilim ile oluşturulmuştur. Nitekim tüm bu etkileri Şapkalı Kadın portresinde görmek olanaklıdır. Fügür ve şapkadaki tüm fırça izleri çizgi formundadır ve düzlemlerle formu belirleyici etkidedir. Yoğun parlak renkler ile ışığı, koyu ve pastel tonlarla ise gölge yani oylum duygusu yerine geçmiştir.
Matisse'in doğu sanatına olan hayranlığı, resimlerinin içine dekoratif etkileri almasına ve bu etkileri plastik dile dönüştürmesine de alt yapı oluşturmuştur. Onun özgünlük ve üslûp kazanması, dekoratif görünen her bir görüntüyü dekoratif bir desene dönüştürmesi ile kendini gösterir. Doğu halıları, kuzey Afrika manzaralarını incelemesi resimlerinde hem yalınlık hem de büyük bir uyum yaratmasını sağlamış, nesneler, fügürler, espas saf renklerle çalışılmıştır. Bu anlayışı geliştirmiş olması farklı bir resim anlayışı oluşturmasını da sağlamıştır. 'Kırmızı Uyum' tablosunda bunu kolaylıkla görülebilir.
1905 yılında Güney Fransa'ya gidip bir balıkçı köyü olan Collioure'da inzivaya çekilmiştir. Yeni-Empresyonizm'den uzaklaşma dönemi başlamıştır ve yaptığı resimler, artan bir çeşitlilik ve serbest fırçaya geçişini başlatmıştır. Yoğun fırça darbeleri ile yaptığı resimler, onun bir zamanlar 'Noktacılık'a (Puantizm) olan ilgisini ve araştırmasını da anımsatır. Bu resimlerindeki diğer bir özellik, tuval alanın boyasız bırakılmasıdır, bu, resimdeki renklerin şiddetini ve gücünü daha da artırmış ve izleyenler tarafından irkiltici bulunmuştur. Bu çalışmalarından sonra bir gurup genç ressamla birlikte Fovist'ler olarak anılmaya başlamışlardır.
''Yaşama Sevinci'' isimli tablosunu 1906 yılında yapmıştır ve bu tablosunu yağlıboya ve büyük ebatlı çalışmıştır. Bu resmi, onun, tam da yaşama hissettiği duyguların aktarımını netleştiren; sanatçı-sanat yapıtı-alılmayıcı üçgenini ortaya koyar. Bu tablosu ile çizgisel etkiler daha kesinleşmiş ve nesneler belirgin, akıcı, kalın, dış çizgiler ile çevrilmiş, içyapı dağınık fırçanın etkisindedir.
Renkleri büyük bir ustalıkla kullanması, Picasso, Kandinsky gibi onu da 20.yy. modern resmini oluşturan nedenlerden biridir. Denilebilir ki, onun resimleri Soyut resme yaklaştıran etkilerin ilk belirlilerini de vermektedir. Çünkü öylesine yüzeysel ve ama bir o kadar da plastik bir yapı ile devinen bir resim sunar izleklere.
1908'de yaptığı ''Yemek Sonrası'' (La Desserte) resminde bu yüzey etkiyi daha net görürüz. Kırmızı egemenliğindeki bu resimde masa ve duvarlar aynı renkte ve desende bir yüzey izlenimi veriyor gibi görülse de ince bir çizgi ile vermek istediği planı oluşturmuştur. Aynı yüzey etkisini duvardaki pencereden görülen dış mekânın etkisinde de görürüz. Fakat resme baktığımızda bu derinliksiz resim-yüzey alanında masayı-duvarı-pencere dışını bize hissettiren etkiden kaçamayız.
1910 yılında ''Dans'' ve ''Müzik '' adlı iki yapıtını 'Sonbahar Salonu'nda sergilemiştir ve 'Dans' resmi; 1907 yılında Siena'da Pallazo Pubblico'nun duvarında gördüğü Lorenzetti'nin büyük boy fresklerinden etkilenmiş ve yine Afrika gezilerinin izleri olan ilkel id'ten yola çıktığı söylenebilir. ''Müzik'' resmi de beş kırmızı fügürden oluşmuş, yüzleri izleyene dönük ve müzik notası dizilişi gibi ritmik, yalın çalışılmış bir etkidedir. Bu iki resimde de figürler sanki eski bir çağı anımsatmaktadır.
''Nehirde Yıkananlar'', her ne kadar kübizme sıcak bakmamış olsa da kübik bir etki verir (1919). 1909 yılında başladığı 'Sırt' adlı kabartma serilerini 1930 yılında bitirmiş, dört bölümden oluşan bu çalışmanın sonuncusu insan biçiminin en yalın halinde çalışılmıştır. Yani bugünün söylemi ile oldukça soyuta indirgenmiş fügürler çıkmıştır.
Son yıllarında kâğıt kesme ve yapıştırmalara da ağırlık veren sanatçı, seramik heykel ve kabartma (rölyef) panoları ile de sanata başarılı çalışmalar katmıştır. Henri Matisse; Modern Sanatın, Çağdaş Sanatın, Soyut Sanatın tohumlarını atan öncü bir sanatçıdır.
20.yy.da içine alan sanat yaşamı, dönemine ait yaşayan ressamlar içinde çok büyük başarılar kazanması ile bir ölçüde arkasından gelecek sanatçılara sağlam bir yol oluşturmuş ve modern resmin ve hatta soyut resme gidişin başlangıcını yapmıştır.
Son yıllarında karısından ayrılmış ve arka arkaya geçirdiği ameliyatlar ile sağlığı çok bozulmuştur. 03 Kasım 1954 yılında ölene kadar resim yapmayı sürdürmüştür.
Belgin Balanoğlu Alagöz

SANAT TARİHİNE YÖN VERMİŞ SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN KESİTLER -3- VİNCENT VAN GOGH


ARTiST MODERN Dergisi Ocak 2010 sayısında yayınlanmıştır.



VİNCENT VAN GOGH:
Modern sanata geçişin önemli sanatçılarından olan Van Gogh, sanatı ve yaşamı en çok irdelenen sanatçılardan biridir. Sanatçının, çok güvendiği ve sevdiği kardeşi Théo'ya yazdığı mektuplar, yaşamının ve duygularının önemli belgeleri olmuş ve aynı zamanda Edebiyat Tarihinde yer almasını da sağlamıştır. Duygusal yaşantısının sanatında yarattığı etkilerin izlerini, Théo'ya yazdığı mektuplarda apaçık görmek ve Van Gogh resim çözülmelerini kendi yapısı içinde çözümleyebilmek olanağı doğmuştur sanat tarihçiler ve eleştirmenlere. 


Dramlarla geçirilmiş ve hazin bir sonla noktalanmış bir yaşam. Fakirlik içinde büyüyen Van Gogh'un içinde zengin hayaller vardı. Babası Protestan bir papaz'dı, dinsel bir hayatın getirdiği disiplin içinde ruhunun istediği sevgiyi görmeden yaşadı. Sevgi duygusunu yoğun yaşama ihtiyacından ötürü hayatı boyunca didindi durdu. Sevgi görebilme ihtiyacı, Onun ruhsal yapısını ve ileriki yaşamını da belirlemişti. İç dünyası ile çevresindeki insanlar arasında köprü oluşturamaması onu kendini ispata sürüklemiş, çok çalışarak, kendini disipline ederek, kültürünü ve düşüncelerini geliştirerek kendi sanat biçimini oluşturmuştu.

Yaptığı resimler salt kendi ruhsallığı ile oluşturulmuştur ve bu biçim Onun biçimidir. Van Gogh'u Van Gogh yapan resimlerinde hiçbir sanatçının etkisi yoktu. Van Gogh büyük ruhsal rahatsızlıklar geçirmişti ancak Onun resimlerinde psikopat etkiler aramak yanlış olur. Bu yapıtlar, bilinçli bir kişiliğin, kendini çıkmazdan kurtarmaya çalışan bir sanatçının, içindeki sevgi enerjilerini hareketli fırça dili ve canlı renklerle tuvallerine yansıttığı yapıtlardı. Tüm bu acı yaşamına karşın tek bir şeyden vazgeçmemişti, tabiat sevgisi. Bu duygu sanatçının dilince şöyle ifade edilir; 'Sanat; tabiat ile insanın toplamıdır''.

VİNCENT VAN GOGH; YAŞAMI VE SANATI
30 Mart 1853'de Hollanda'nın Groot Zundert kasabasında dünyaya geldi. Van Gogh, insan sevgisini, gönül cömertliğini babası Theodorus'dan, inatçılığı ve hırçınlığını annesi Anna Cornellia'dan almıştı. Daha çok küçük yaşta iken bile içine kapanık, huysuz, anlaşılmaz yapısı ile yaşıtlarından ayrı bir özellik göstermesi Onun arkadaşsız bir çocukluk geçirmesine neden olmuştu. Ama buna rağmen iyi okumuş, İngilizce ve Fransızca öğrenmişti. Onaltı yaşına girdiğinde ailesi Onu Lahey'de bir tablo satıcısının yanına vermişti. Çok iyi çalışıyordu ve ustası Ondan çok memnundu. İki yıl sonra Londra şubesine gönderildiğinde memuriyet hayatı başlamış oldu. 


Ancak hayatını altüst eden ve onun sanatçı kişiliğini ortaya çıkartan olay gerçekleşti, kiracı olduğu evin kızına âşık oldu. Çok hoppa olan bu kız Van Gogh'u söylemleri ve hakaretleri ile küçük düşürürken duygularıyla da alay etti. İlk kez seven ve bir genç kıza açılan Van Gogh evlenme teklifinin küçümsenerek reddedilmesiyle bir anda parlak bir alevken kül yığınına döndü. Girdiği ruh halinden ötürü mağazadaki işini kaybetti. Yaşamını sürdürmek için Almanca, Fransızca dersleri vermeye başladı ama başarılı olamadı. Memleketine döndü ve babasının işini yapmak istedi ancak papaz okulundan da kovuldu. Bu durumdan sonra gönüllü papaz olmaya karar verdi. Belçika Wasmes'ta yerin üçyüz metre altında çalışan kömür işçilerine din ışığı yaymak üzere vaazlar vermeye başladı. Âdeta bir derviş hayatı sürüyordu. Bir gün işçiler gündeliklerinin artması için ayaklanma yapınca, buna Van Gogh'un neden olduğunu sanan yöneticiler Onu kovdu.
Bu olaydan sonra şöyle demişti;
''Beni kimse anlamıyor, bedbahtların acılarını hafifletmeye çalıştığım için beni köpek gibi kovuyorlar. Belki hakkınız var: Bu dünyada benim yerim yok.'' Aslında bu dönem, sanatçının nasıl iç çatışmalar ve kırgınlıklar yaşadığının ilk dışavurumu idi. Gogh'u anlayan ve seven tek kişi olan kardeşi Théo, kardeşinde sanat kabiliyeti olduğunu biliyor ve Onu destekliyordu. Van Gogh, ressam olan kardeş çocuğunun yanında resim çalışmaya başladığında yirmi yedi yaşındaydı (1880). On yıl sürecek trajik hayatı işte böyle başladı. Ancak ilk beş yılında önemli bir eser vermeden çalıştı. Sanat yaşamını belirleyen yapıtları, son beş yıl içinde ortaya çıkmıştı.

Van Gogh resim yapmaya başladığı sıralar kardeşi Théo Paris'e yerleşmişti ve tablo ticareti yapıyordu. Ağabeyine karşı çok duyarlı olan Théo resim yapması için Paris'e çağırdığı Vincent'i empresyonistlerle tanıştırdı. Çalışmış olduğu bir tabloyla Paris'e giden sanatçı bir anda hareketli bir sanat çevresi içine girdi. Kısa dönem içinde cüce ressam Toulouse-Lautrec ve Emile Bernard'la yakın arkadaş oldu. Lautrec, Van Gogh'a Fransa'nın taşra kentlerinden söz ediyor, güneyin günlük güneşlik manzaralarını anlata anlata bitiremiyordu. O sıralar Paris sanat çevresi sanat kurallarını yok sayan Empresyonist akımın yarattığı şoku yaşıyordu. Bir yandan resim çalışırken diğer yandan sanatçıların çalışmalarını inceliyordu. Seurat'nın Noktacılığındaki saf renklerin nokta ve düz çizgiyle uygulanışını sevmiş ve özümsemişti ancak bu tekniği uygularken bambaşka resimler çıkmıştı. Fırçası özgürleşmiş ve tuvallerinde rengi coşkuyla kullanıyordu, renk-biçim-devinim ve kompozisyonun tuval üzerine dağılımı çok tutarlı idi. Daha önce Tintoretto, Manet ve Halls tuvallerinde fırçalarını cesurca özgürleştirmişti ancak tüm teknikleri kendine ait bir dile dönüştüren Gogh, onlardan daha farklı, özgün coşkun bir dil ve uslup yaratmıştı. Biçimleri kimi zaman abartıyor kimi zaman değiştiriyor, mekânın ve biçimlerin perspektifini kendi görüşüne göre kuruyordu. Üç boyut onun için önemli değildi. Boyanın çizgi halinde kalın bir tabaka olarak uygulanışı, biçimleri fırça ve renk aracılığı ile yapılandırması ve devingen fırçası kendisine aitti.

Sanatçı Van Gogh'un, resim yapmaya karar vermesi, kardeşi Théo kadar bir grup ressam arasında yer alan François Millet'in (1814-1875) sanatından etkilenmesiyle de başlamıştır. Millet'in sanat öyküsünde seyreden süreç ise şöyleydi; O sıralar 1848 devrimi seyretmektedir ve birçok ressam akademik kurallara aykırı resimler yapmaktadır. Soyluların ve saygın resimler yapan ressamların izinden ayrılan ve çiftçilerin, işçilerin resimlerini konu eden bir grup ressam, Felemenk ustalardan Constable öğretisinde olduğu gibi doğaya ve yaşama yeni bir anlayışla bakmak üzere Fransa'da Barbizon kasabasında toplanmış ve o günün koşullarında toplumsal bir devrimcilik sayılan köy yaşantısını tuvallerine aktarmışlardır. Toplumsal devrimcilik sayılmasının nedeni; döneme ait yapılan resimlerde köylülerin dramatik etkide ahmak ve gülünç sunulmasını (Bruegel resimleri) reddedip, günlük hayata ait olan durumları idealize etmek yerine doğal ve inandırıcı betimlemişlerdir. Vincent'i etkileyen Millet'in başkaldırı olarak sanat kurallarını reddetmesi ve onu etkileyen devrimci anlayış ile resim yapıyor olması idi. Çünkü duygularının, ruhsallığının tatmin olamayan başkaldırıları ile eşleştiriyordu bu aykırılığı.

Kısa sanat yaşamında tanıştığı tüm sanatçılardan öğrendiği her tekniği ve anlayışı kendi ruhsallığı ile tuvallerine aktaran Van Gogh'un çalışmaları doğal olarak Empresyonist etkiden çoktan uzaklaşmıştı. Daha sonra bu dönemi, ''Empresyonistler sonrası'' diye anıldı ve bu oluşumun başında kabul edildi. Kendi fırçası Onu çok mutlu ediyor, aynen heves dönemlerinde olduğu gibi çılgınca çalışıyor, üretiyordu. Gündüzleri müzede geceleri gece hayatında gezdiği halde bir buçuk yıl içinde iki yüz tablo üretmişti.

1888 yılının kış aylarında Seurat, Noktacılık (Pointillism) tekniği ile Paris'te farklı bir dil yaratırken, Cezanne Aix'deki çocukluk anıları arasında resimlerini üretirken kimsenin fark etmediği Hollandalı bir sanatçı güneye gitme kararı aldı. Sanatçının çocukluğunda yaşadığı hırçınlığa geri dönmüştü ve bu etkilenmeyle 1888 Şubatında Arles'a gitti. Théo, yoksul olmasına karşılık ağabeyinin sağlığı ve mutluluğu için Fransa'daki Arles'e giderken tüm masraflarını karşıladı.
Gittiğinde her yer kar içindeydi ama kısa zaman sonra güneş çıktı. Aradığı parlak ışığı yakalamıştı ve orada sarı bir ev vardı hemen evi kiraladı. Evin içi Onun tablolarına konu olacak renkteydi. Duvarlar beyaz, kapılar yeşil, yerler kırmızı boyalı idi.
Daha sonra Théo'ya yazdığı mektupta, ''Akdeniz'in uskumru gibi bir rengi var. Yeşil mi, eflatun mu, mavi mi bilemiyorsun. Bir anda bakıyorsun kurşuni bir griliğe bürünmüş… Masmavi gök altında çiçeklerin turunculu, sarılı, kırmızılı renklerinde öyle bir ışıltı var ki!''

Akdeniz iklimindeki bu doğa ve renk uyumu sistemi, ışık demeti Van Gogh'u çok heyecanlandırıyor ve geriyordu. Bu sıcak ülkede yaratma gücü patlamıştı. Tek derdi Paris'deki arkadaş çevresi idi. Israrla arkadaşı olan Paul Gauguin'i yanına çağırdı. O kadar heyecanlıydı ki, amacı sanatçılar kolonisi (İngiltere; Ön-Raffaello'cular benzeri) kurmaktı. Yanına gelen Gauguin ile bir süre çalıştılar ama krizleri çoğalmakta idi. Bir gün Gauguin'i elinde ustura ile takip ederken görüldüğünü anlayınca kendi kulağını kesti. Elinde kulağı ile bir genel eve gidip kulağını orada çalışan bir bayana verdi. Hastaneye yatırıldı, Saint-Remu hastanesinde kesik kulaklı resmi dâhil olmak üzere otuz beş resim yaptı. Gauguin ise öfke ve korku ile Paris'e döndü. Van Gogh'un kestiği kulağına verilen anlam yıllardır çeşitli olasılıklar üzerine yapılandırılmaktadır. Yeni bir gazete haberinde (Aralık, 2009) ise şu olasılık açıklaması yapılmıştır; ''kardeşi Théo'nun evlenmesi Gogh'u bunalıma sürüklemiştir. Çünkü evlenen kardeşinin artık eskisi kadar kendisini sevmeyeceğini düşündüğü için kulağını kesmiştir.''

1889 Mayıs ayında Akıl Hastanesine yatırıldı, 1890 yılının Temmuz ayında yaşamına son verdi. Öldüğünde tıpkı Raffello gibi otuz yedi yaşındaydı.
Yaşamı şiddetli iniş-çıkışlarla ve duygusal hallerle geçen Van Gogh, resim üretimlerini yaparken hep olumlu ruh hali içinde çalışmıştır.


VİNCENT VAN GOGH RESİMLERİNİN SANAT ÇÖZÜMLEMESİ:
Van Gogh, rengi derinlik için kullanmaz, renk Onun için çizgi ve ifade elemanıdır. Biçimlerini hacim kaygısından uzak, çizgi unsurları ile oluşturuyordu, aynı zamanda rengi doğaya bağımlı görmüyor, rengi bağırma olarak kullanıyordu. Bu yüzden renk akortlarları, uyumdan çok bağırıcıdır. Demiştir ki; ''Ben, insan ihtiraslarının korkunçluğunu kırmızı ve yeşille ifade etmek istedim.'' Renkle duygusal bir bağlılık kuran sanatçı aslında renkçi bir ressam değildir, biçimci bir ressamdır.
Sanatçının ilk önemli eseri''Patates Yiyenler'' isimli tablosudur (1885), (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Bu tabloda Rembrant'ın etkileri açıkça görülür. Aynı zamanda sanatçının yapıtlarında temel unsur olan ışığı kullanma ustalığı da bu noktada başlamış olur. İçmekan olarak çalışılan bu resimde renkler, pastel kahve tonlarında ve iç karartıcıdır. Kendi yoksulluk ve karamsarlığına özdeş bir atmosfer oluşturmuştur. Işığın yalnızca insan yüzlerini aydınlatması; yüzlerdeki açlık ifadesini vurgulamak içindir ve burada dikkat çeken en önemli unsur, paylaşım'dır. 


1882 yılında yaptığı ''Hüzün'' isimli taşbaskısında; kafasını öne eğmiş, yüzü görülmeyen çıplak bir kadının yalnız ve terk edilmiş hüznünü algılamamak mümkün değildir. Bu resimdeki kadının birlikte yaşadığı alkolik genelev kadınıdır. Aynı kadının karakalem desenlerini de çizmiştir.
Yine trajik bir resmi olan ''Sonsuzluğun Eşiğinde'', (1890) isimli tablosunda adeta kendini yapmıştır. Sandalye üzerine oturmuş yaşlı bir adamın, mavi gömlek ve pantolonlu resminde yumrukları ile yüzünü kapatan ve yine yüzü görülmeyen resmidir, (Rijksmuseum Kroller Muller, Otterlo). ''Doktor Gachet Portresi'' (1890) yine benzer durumdadır, masaya dirsekleri ile dayanan adam, beyaz kasketli başını kolları ile desteklemektedir. Hemen hemen tüm portrelerinde hâkim olan hüzün, umutsuzluk, çaresizlik, kasvet, melankoli bu resminde de figürün lacivert renkli ceketi rengi ve arka planın koyu mavi rengi ile desteklenir.

''Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece'', (1888) isimli peyzajı, yıldızlı bir gecenin tasviri ile muhteşem bir etkidedir. Ancak sanatçı bu yıldızları muhtemelen ölümle özdeşleştirmiştir, ulaşacağı son nokta gibi.. Lacivert-mavinin hâkimiyetindeki bu resimde, yıldızların ışıltısı, kıyıdan denize yansıyan yapay ışıklar gecenin karanlık rengini daha fazla vurgulamakta, yaşamı boyunca kendine bir eş edinememiş olan sanatçı bu özlemini ön plana yerleştirdiği bir çift ile var etmektedir.
Buğday Tarlası (1890) resmindeki bulutlu atmosfer, onun hüzünlerini ve yalnızlık duygusunu perçinleyen yapıyı ortaya koymaktadır. (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam).
Denilebilir ki, Onun tüm resimlerini duyguları ve ruhsallığı yönetmiştir. Théo'ya yazdığı mektuplarındaki duygusal söylemleri ile resimleri arasında eşzamanlı bir ilişki kurmak sanırım yanlış olmaz. Ruhundaki tüm baskılar ve coşkuların izleri fırça vuruşlarında görmek olasıdır. Bu etkiler ise sanatçı ile tuvali arasında seyreden samimi ilişkiyi ortaya koymaktadır.
Çünkü O resimlerini beğenilmek, önemli anılmak, ünlü olmak gibi ikincil duygular ile yapmamaktadır. Onun amacı, tüm insanlığa, içinde taşıdığı ama gerçek yaşamda paylaşmadığı sevgilerin, insan üzerinde yaratacağı mutluluk ve buna bağlı olarak duygusal avuntuları idi. Hissettiklerinin paylaşılmasını, anlaşılmasını istiyordu. Birçok tablosunun baskı olarak çoğaltılması ve her sınıftan insanların ev duvarlarında yer alması amacına ulaştığını göstermekte ve Onu çok mutlu etmekte idi.

Resim sanatı konusunda kendini eğitirken hızlı algılaması, bu algıların ruhsallığı ve duyguları ile değişime uğrayarak farklı bir ifade diline dönüşmesi, kendine ait üsluba ve özgün dile ulaşmasına neden olmuştur. Çağının Empresyonist anlayışına da aykırı bir dil oluşturmuştur aynı zamanda. Bu yeni ve farklı teknik, özgür fırça kullanımının başlangıcı da olmuştur.
Van Gogh, dönemine kadar gelen tüm ressamlardan farklı konulara yönelmiş, insan gözünün gördüğü her bir oluşum içinde yer alan obje ve görünümlerde ille de estetik tatlar veren görünümler yerine, kendinin ilgisini çeken konuların resimlerimi yapmıştır. Kendi gözleri ve duyguları ile gördüğü gibi.. Örneğin; tarlada kalan saplar, çalılıklar, selvi ağaçları, güneşin kızgın sıcak etkisini, ay ve yıldızların yeryüzünü çevreleyen yakın ilişkisini, insanların mutsuz ruhsallığını ve çok sıradan ama kendisi için çok önemli olan yatak odasını vs.. resmetmiş ve o güne kadar yapılmayanları yapmıştır. Yani, doğayı taklit etmekten vazgeçen birçok ressamdan da ötelere varmıştır.
Cezanne ve Van Gogh'un sanat sorunsalları farklı olsa da iki sanatçı da hemen hemen aynı noktaya varmışlardı, farklı ifade diline…
Belgin Balanoğlu Alagöz

SANAT TARİHİNE YÖN VERMİŞ SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN KESİTLER-2, Paul Gauguin


 ARTİST-MODERN DERGİSİ EKİM 2009 tarihinde yayınlanmıştır..

Paul Gauguin:
Paul Gauguin, Toulouse Lautrec, Van Gogh trajik yaşamları ile özdeşleşmiş yirminci Yüzyıl sanatına ayrı ayrı ama ortak bir tepkiyle farklı bir dil kazandırmış sanatçılar.
Gauguin'in yaşadığı çağ'da Empresyonist resimler bir evvelki akımların etkisini silmiş ve yeni bir akım doğmuştu. Kaldı ki, empresyonistler bile kendi çağlarında tepkilerle karşılaşıyorlar tam olarak benimsenmiyorlardı. Çünkü alışılagelmiş gerçek görünenin betimlemesinden uzak resimlerdi Empresyonist ressamların çalışmaları. Hayranlık duyulabilecek görüntülerden uzak, çizgisiz, kompozisyonların kendince belirlendiği, resme bakınca net bir sonucun-kararın alınamadığı resimlerdi bunlar. Uyumsuz fırça darbeleri ile oluşturulan resimlerde inandırıcı mekânlar ve objeler yoktu. Günlük hayatı betimleyen resimlerde tarihsel saygınlığı yansıtan etkiler de yoktu. Ama sanata farklı bir anlatım ve teknik dil kazandıran bu ressamlar bununla da yetinmeyip farklı arayışlar içine girdiler. Sonuç olarak, sanat tarihinin modern resme geçişinin de ilkleri oldular. Gauguin'i izleyen küçük bir grup Nabi'ler adını alan bir resim hareketi başlatmışlardır. 



PAUL GAUGUİN; YAŞAMI VE SANATI
7 Haziran 1848'de Paris'te doğdu. Babası Clouis Gauguin gazeteciydi. Cumhuriyetçilerin en ateşli yazarlarından biriydi. Annesi Aline Chazal, taş baskı üzerine çalışan bir ressamın kızıydı. Anneannesi Flora Tristan Argon'lu Borgia'lardan geliyordu. Gauguin her zaman damarlarında Borgia'ların kanı olduğunu söylerdi. 1851'de Louis Napeleon'un hükümet darbesinden sonra babası ailesi ile birlikte Peru'ya yerleşti. Gauguin heyecanlı ve hareketli yaşamı o günlerde başladı. Lima'nın beyaz evleri, yeşil ağaçları, mavi denizi, güneş yanığı insanları, bu insanların canlı renklerdeki elbiseleri onda renk tutkusunu yaratmıştı belki de. Gauguin 7 yaşında annesi ile birlikte Orleans'daki amcasının yanına döndü. 17 yaşında gemici oldu. 6 yıl dünyanın tüm denizlerini gezdi. 23 yaşında denizciliği bıraktı ve Paris'de borsa simsarı Bertin'in yanında çalıştı. 12 yılda böyle geçti. Gauguin, ev ve işyeri arasında gidip gelen çalışkan ve örnek bir ev erkeği idi. Kazancı da iyiydi. Danimarkalı Mette Sophie Gat ile evlilik yaptı. Çok mutlu başlayan evlilikleri yıllar sonra hayal kırıklığı ve acı ile bitecekti. Mutlu yıllarla birlikte beş çocukları oldu.
Her şey Gauguin'in arkadaşı Emilie Schuffenecker'ın resim hevesi yüzünden başladı. Schuf'da bir bankada memur idi. Her haftasonu eline boya kutusunu, sehpasını alıp kırlara çıkar ve resim yapardı. Bir gün bu keyifli Pazar gezintisine Gauguin'i de çağırdı. Gauguin fırça, boya ve renkleri görünce içsel bir coşkuyla fırçaya sarıldı, eline fırçayı alır almaz korkunç bir büyüye kapılır gibi oldu: Bir daha fırçayı hayatı boyunca elinden bırakmadı.
Manzara resimlerinden portreye, portreden çıplaklığa geçti. Evliliklerinin ilk sorunu Gauguin'in çocuklarının dadısını yatağa uzanmış çıplak resmini yapması ile başladı. Resmi gören karısı hıçkırıklara boğuldu. Hem kıskançlık duymuştu hem de eşinin artık resme kapılıp evden uzaklaşması onu öfkelendirip hırçınlaştırmıştı. Gauguin, otuz beş yaşında resme başladı ve işini bıraktı. Sürekli geliri yoktu artık ve geçim sıkıntısı çekmeye başladılar ve hatta geçinemez oldular. Karısı bu durum karşısında da tepkiler göstermeye başlayınca ''Bana bir yıl izin ver, başarılı olmazsam resmi bırakırım'' dedi ama yalan söylediğini kendisi de biliyordu. Bir yılın sonunda başarılı olamadı, artık sefalet çizgisinde yaşıyorlardı. Karısı Mette, hayallerle yaşayacak bir kadın değildi, çocuklarını alıp Kopenhag'a ailesinin yanına kaçtı. O da eşinin yanına gidip büyük oğlu Clavis'i alıp Paris'e geldi. Gauguin küçüklüğünde resme yeteneği olan bir çocuk değildi. Ayrıca okulda, atölyede, akademide eğitim almamıştı. Yalnız, içinde yıllardan beri bir renk karışıklığı ve coşkusu birikmişti. Yaptığı tablolarda bol bol, parça parça renkler saçılıyordu. Resme empresyonist anlayışla başladı. Pissarro ona ''pazar günü ressamı'' diyordu ama Pissarro ve Monet sonraları onun resimlerini beğenmeye başladı. Ancak sanatçı çok geçmeden onların anlayışından ayrıldı. Empresyonistler, ışıkta titreşen soluk renkler arar ve böylece konunun çerçevesini bir tek canlılık içinde sürüklemeye çalışırken, Gauguin, renkleri birer yoğun leke halinde vurmaya bakıyor, konuları sağlam ve kitleler halinde işliyordu. Empresyonistler için renkler, gözde bir izlenim yaratmalıydı. Gauguin ise; ''niçin görmediğimiz rengi vuralım, niçin canlı renkler kullanmayalım?'' diyordu. ''Kiliselerimizin pencerelerine gözenekler yapanla mavi ile kırmızıyı bir arada kullanmışlar, biz niye çekinelim?'' diyordu.
Gauguin, pembe köpek yapmıştı, kırmızı at'ta, kırmızı ağaç da... Onun resme başlaması nasıl birden bire olmuşsa, üne kavuşması da hiç beklenmedik bir anda olmuştu. 1891'de açtığı bir sergide kırk tablosu satılmış, büyük bir servete kavuşmuştu. Artık, çok sefalet çektiği Paris'ten kaçmaya karar verdi. İnsanların, havanın, renklerin katışıksız, saf olduğu ülkelere gidecekti ve bir gemi ile Tahiti'ye gitti. Çocukluğundaki yakıcı güneşe çocukluğundaki yakıcı güneşe, canlı renklere, kaynayan o kızgın coşkun atmosfere kavuşmuştu. Yanık tenli insanlar, renkli elbiseler içinde nar yüzlü kadınlar, ateş parçası çiçekler, mükemmel doğa, saflık dokunulmazlık onun duygularını tetikliyordu. Ancak, sefalet burada da peşini bırakmamıştı. Bir yıl sonra Paris'e gidip sergi açtığında, umduğunu bulamadı. Bonnard, Vuillard gibi birkaç ressam arkadaşı yaptığı resimleri çok beğendi. Tam o parasız günlerini yaşarken amcası öldü. Mirastan kendine düşen payla tekrar ışıklı-sıcak, saf doğası ve insanları olan adalara geri döndü. Umutsuzluk içinde idi çünkü diğer sergisinde satılan resimler onun beğenmediği ilk anlayışının resimleriydi. Şimdi, bu resimlerde kendini bulduğuna inanıyordu, Paris ise bu resimleri beğenmekten uzak bir tutum içine girmişti.
Gauguin, 1897'de birçok felaket yaşadı, kızı Aline öldü, karısı ilişkisini tümden kesti, kendisi hastalandı. Sinirleri de bozulmuş, yaşama gücünü kaybetmişti. Buna karşılık, sanat üretimi daha da yoğunlaşmıştı, en büyük yapıtlarını bu döneminde verdi. Çektiği para sıkıntısından ötürü ve cüzam hastalığı canından bezdirmişti onu. Kendisini öldürmeye kalktı. Çaresizlikten Peru resmi makamlarına vergi memuru olarak girdi. Yaşayışı, davranışları çalışma arkadaşlarını rahatsız etti. Herkes onu kendini beğenmiş ve yabanıl buluyordu. Kendine gösterilen tepkilerden rahatsız oldu ve işi bırakarak Tahiti'nin bir köyüne yerleşti. Burada Tahuta isminde onüç yaşında bir kızla evlendi ve bir oğlu oldu. Oğluna, kendisinin resme başlamasına neden olan arkadaşı Emile'nin ismini verdi. Burada kendini mutlu ve huzurlu hissediyordu ama bir zaman sonra bu duygusu da geçti. Çünkü cüzam hastalığı çok ilerlemişti ve yavaş yavaş ölüme gittiğini biliyordu. Tüm vücudu iltihap kaplamış, kalp hastalığı da başlamıştı. Sancılardan kurtulmak için, içki ve morfine sığınmıştı.
Yaşama gücünü yitirmişti ancak tek gücü devam ediyordu, resim yapma isteği… Yapıtlarına yansıyan ateş, vücudunu kavuran ateşle eş'di. Bundan olacak ki, son çalıştığı resim, bir Fransız köyünün karlar içindeki manzara görüntüsüydü. Adeta vücudundaki ateşten kaçmak istercesine son resmini karlar içinde bir köy yaparak gerçekleştirdi. Sanki kendinden de kaçar olmuştu medeniyetten kaçtığı gibi… Resmini bitirdiği 8 Mayıs 1903'de kendini evinden dışarı attı, kırlara doğru uzaklaştı. Arkadaşları onu birkaç saat sonra kaskatı olmuş bir durumda buldular. Elli beş Yıl önce Paris'te doğan sanatçı, haritada yeri bile olmayan Hiva Oa köyünde yaşama ve tüm renklere gözlerini yumdu. 



PAUL GAUGUİN RESİMLERİNİN SANAT ÇÖZÜMLEMESİ:
Yeni bir anlayışı oluşturan tüm ressamlar gibi onunda hayatı zorluklarla geçti. Gauguin 19. Yüzyıl Avrupa ve dünya sanatına bir ufuk açmıştı. Gauguin de çağdaşları, Cezanne, Van Gogh gibi Rönesans ve Barok sanat anlayışındaki tüm resimsel öğeleri redderek yeni bir sanat anlayışı ortaya koymuşlardır.
Gauguin ilkel kabilelerdeki saf yaşamın, uygarlığın getirdiği yozlaşmadan farklı bir yaşam olmasından etkilenmişti. Bu etki ile renkleri saf değerlere ulaştı. Renklerinde ara değerler yoktu ve boyayı kullanma biçimi yüzeyler halindeydi. Renk alanını çevre çizgileri ile sınırlıyor, perspektif ve hava perspektifinden yararlanmıyordu. Doğa resimlerinde Pissarro ve Monet' den uzaklaşması kendi iç dünyasına dönük bu sentezi oluşturması ile başladı.
Gauguin ilkel sanatın Batı resmini yenileyecek unsurları olduğuna inanıyordu. Figürlerinde görülen heyecansız, katı ve ciddi çevreler ile primitif sanata yöneldi. Yapıtlarında Girit ve Mısır sanatına yaklaştı. Çağının anlayışı olan anıtsallık, ışık-gölge, modle, kademeli ton değerleri, çizgi perspektifi, kademeli yüzeyler ve rölyef onun kompozisyonlarına asla girmedi.
Van Gogh ile sanata ait ortak ilkeler paylaştıkları halde trajik bir ayrılık yaşamışlardı. Sanatçı, resimlerinde, renkleri ve perspektifi kural dışı uygulamış, kendi renk dünyası ile kurduğu resimlerinde egzotik etkilere yer vermiştir. Resimlerinde fügürleri, doğayı ve objeleri kalın çizgilerle ayırırken renk lekelerinin kendi içindeki kuvveti ahengini de yakalamıştır. Kompozisyonları oldukça naif ve primitif etkidedir. Birçok batı sanatçısının ilkel sanata yönelmesi gibi onun da resimleri ilkel sanatın etkisindedir. Çünkü akademik eğitimi reddeden bu sanatçılar için ilkel sanat akademik eğitimin bir ant-tezi durumundadır.
Gauguin'in, 'Ay ve Yeryüzü' 1893, tablosunda Tahiti'de ürettiği tablo onun uygarlıktan kaçışının ve yerel kültürden aldığı hazzın bir resmidir. Buradaki ay formu ve çıplak kadın, uygar dünyada idealleşen kadın formundan çok farklıdır. Kendince yaşadığı bir alegori yaşamaktadır. Resimdeki tüm ögeleri doğa ve doğallıkla bağdaştırmıştır. 


Empresyonist resim etkisinden çıktıktan sonra yaptığı tüm resimler, rengin renkle planlandığı, oylum etkisinin çok az olduğu, doğanın taklidinde olmayan kendi kurgusu ile kurulan doğa kompozisyonlarından oluşmaktadır.
Sarı İsa tablosundaki formların basite indirgenmesi, kompozisyondaki her bir ögenin yüzeysel çalışılmış olması, fügürlerin yer yer kalınlaşan incelen kontürler ile çevrelenmesi tıpkı İtalyan primitiflerinden; Cinabu'enin eserlerindeki fügürleri çağrıştırmaktadır. Tahiti'de yaptığı ''Beyaz At'' ın rengi yeşile çalan beyaz renkte ve üstünde turuncu lekelerin olduğu görülmektedir. Yeşil dere, açık pembe patika ve kırmızı renkte bir at üstündeki çıplak bir yerli. Gökyüzü sıkıca yerleştirilmiş ağaçlarla örtülmüş ve resimdeki atmosferde bunaltıcı bir kapanıklık görülmektedir. 1891 yılında yaptığı ''kadınlar''ile 1892 de yaptığı ''Bugün pazara gitmeyeceğiz'' isimli iki tablosunun arasında çok az da olsa stil farkı gözlemlenmektedir. ''Kadınlar'', yerli tiplerinin örneklerindendir, diğeri ise tümü ile primitif etkidedir, geniş renk planları dekoratif etki yaratmakta ve Mısır duvar resimlerini anımsatmaktadır. ''Tahitili kadınlar ve Plaj'' tablolarında objektif bir görünüm vardır. Kimi eleştirmenlere göre resimlerinde sembolik etkiler vardır. Son resimlerinde Bretanyalı köylülerin yerini yerliler almış, doğa, cennet gibi temalara yönelirken resimlerindeki sert-köşeli yapı yerini daha yumuşak etkilere bırakmıştır. Uzak doğu resimleri ve adalarda etkilendiği ilkel sanat; Hint, Mısır, Polenezya ve Rönesans sanatlarının etkisinde (Nereden geliyoruz, Kimiz? Nereye Gidiyoruz?, 1897-98Boston Güze Sanatlar Müzesi) kalarak oluşturduğu resimdir. Resimlerinin dışında heykel çalışmaları da olan Gauguin, Kuzey dışavurumculuğunun, Soyut Sanat kuramının başlangıcını önemli ölçüde belirlemiştir. Gauguin, çağımız sanat görüşüne yeni bir perspektif kazandıran sanatçıdır.
Belgin Balanoğlu Alagöz



SANAT TARİHİNE YÖN VERMİŞ SANATÇILARIN YAŞAMLARINDAN KESİTLER-1 Paul Cezanne





 Yayınlan: Artist Dergisi; MODERN, 09/06/2009 

Paul Cezanne:
Sanat tarihi; sanata yön kazandırmış ve yeni açılımlar sunmuş, resim sanatına temel teşkil etmiş bir dolu sanatçının birbirinden esinlenerek oluşturdukları uzun ve meşakkatli yollarla örülüdür.
Sanata yön kazandırmış olan bu ressamlar; Soyut, Modern ve Çağdaş Sanatın oluşmasına, sanatın, sanat yapıtının içine toplumsal yaşamdaki sosyal-ekonomik-siyasi-felsefi düşünce, görüş, duyarlılık ve tepkilerin katılmasına etken olmuşlardır. Elbette ki tüm bu gelişim seyrederken sanatçı farklı bir duruştadır ve alışıla gelmiş yaşam düzeneğinden farklı çıkardığı sesler toplumda da tepki almalarına neden olmuştur.
Sanatçıların yaşamları toplumda merakla izlenir. Neden? Çünkü onlar sade yaşayan insanlardan daha farklıdırlar ve uygucu değildirler. Genellikle duygularını ya çok coşkun, dışa dönük ya da içlerine kapalı, depresif bir yapı içinde tüketirler. İşte onları sanatçı yapan özelliklerinden biri de bu aşırı uçlara hızlı gidiş-gelişleridir denebilir. Ve özellikle var olana başkaldırı, değiştirme isteği, farklı olabilme, her duruma farklı bir gözle ve düşünceyle bakabilme yetisini de davranışlarının içinde gözlemleyebiliriz.
Bu yazı dizisinde, sanat akımlarına öncülük etmiş, sanat tarihine mal olmuş sanatçıların kısaca yaşamları ve sanat süreçlerine değineceğim. Paul Cezanne, Paul Gauguin, Vincent Van Gogh Rönesans ve Barok anlayışındaki tüm resimsel ögeleri reddederek yeni bir sanat anlayışını ortaya koymuşlardır. Henri Matis ise; eleştirmenlerin ''vahşi renkler'' olarak tanımladığı şiddetli renk kromaları, doğa dışı renkler ve ayrıntıları atarak oluşturduğu resimlerinde bir grup dostu ile Fovizmin on yıl süren dönemini başlatmıştır. Dönemlerine ait resim anlayışını değiştirirken aynı zamanda resim yapan diğer ressamlardan daha dramatik yaşam sürdürmüşlerdir.
İzlenimcilik (Empresyonizm) Akımını başlatan ressamlar; Akademik geleneği reddetmiş ışığın hareketleri (açık hava), resmin duyusal izlenimlerini yakalamayı, ışık-renk-hareket duyumları yaratmayı, renkleri; eşit gölgeler ve tonları yerinde seyrek fırça hareketleri ile dağınık olarak uygulama gibi farklı fırça ve teknik dil oluşturmuşlardı. Ayrıca, akademi ressamlardan büyük farkları; öykü anlatmak, ahlak dersleri vermek, toplumsal ve dinsel mesajlar yollamak gibi dertlerinin olmaması idi. Bu tavır birçok tutucu eleştirmen tarafından, geleneğe karşı olarak görülüp 'Bitmemiş' anlamına gelen 'izlenimci' terimi ile değerlendirmişlerdi. Ve bu sanatı uygulayan sanatçılar ''İzlenimci bitmemiş'' terimini yaptıkları çalışma ve arayış biçimine uygun bularak üstlendiler. Bu geleneksel konuları akademili ressamlara bıraktılar.
İzlenimcilik (Empresyonizm) dönemi gelişirken diğer Sanat Akımı süreçlerinde olduğu gibi kendi içinde geçişleri olmuştur.
İzlenimcilik; Yeni İzlenimcilik, Ard-İzlenimcilik, Doğalcılık, Yanılsamacılık, İdealizm, Modernizm, Fovizm. Yeni İzlenimciler: İzlenimciler gibi an ve hareketle ilgilenmediler, Georges Seurat, (1859-1891) resimlerini tasarlayarak yapıyor, ilk kez tuval üzerinde düzenleme çalışmasını başlatıyordu. Renkle ilgili olarak gözümüzün rengi nasıl kaydettiğine ait kuramlar geliştiren ve Noktacılık, Divizyonizm araştırmalarında fırça tuş tekniğini de resim diline katmış oluyorlardı. Tüm bu araştırmaya bağlı çalışmaları ile Yeni İzlenimciler, iki büyük grup olan İzlenimciler ve Art İzlenimciler arasında birleştirici bir geçiş oluşturmuştur.
İzlenimci ressamlar (Empresyonizm); Akademik geleneği reddetmiş ışığın hareketleri (açık hava), resmin duyusal izlenimlerini yakalamayı, ışık-renk-hareket duyumları yaratmayı, renkleri; eşit gölgeler ve tonları yerine seyrek fırça hareketleri ile dağınık olarak uygulama gibi farklı fırça ve teknik dil oluşturmuşlardı.
 
PAUL CEZANNE SANATI:
Cezanne'nın resme başladığı yıllarda resim sanatına empresyonist akım hakimdir. Ancak onun ilk resimleri siyah ve gri renklerde romantik çalışmalardır. Empresyonistlerden etkilenmiş ve renkler üzerine araştırmalar yapmıştır. Paris'teki ilk dönemlerinde, özellikle Delacroix'nın sanatından etkilenmiş olduğu anlaşılmaktadır
Resimlerine renk girmese de blok etkiler oluşturmuştur. Yine de fırça darbeleri küçük renkleri kalın ve dağınık kullanır. Resimlerindeki renklerde kirliliğin yerini yoğun renkleri almaya başlar. 1874-1877 yılları onun eserlerindeki kişisel anlayışı oluşturduğu devresidir. Geometrik formlarla kompozisyon düzenlemesi başlatır. Portrelerinde duygu ifadesine yer vermez. Nesnelerin oylumsal formlarını renklerle ifadelendirme çabası içindedir. Paletinde her resim için hemen hemen otuz beş renk kullanır. Tablolarındaki yapılanma bir müzik eseri gibi Renk ve biçim açısından ritmik bir akıcılık içindedir. Renklerde saf değerlere ulaştığı halde bağıran ve düzeni bozan tonlar yoktur. Renge renk ile cevap verir. 1855-1895 yılları arasında geometrik biçimleri (koni, silindir küre) daha belirgin kullanır. Fırça darbeleri yukarıdan aşağıyadır. Uzakla yakın arasında renk perspektifi kullanmaz. Hacimler, parça parça ve yan yana çıkıntılı yüzeyler halindedir. Bilimsel perspektif resimlerinde yoktur. Rönesans'ın getirdiği perspektif anlayışı (siyah beyaz değerlerle yapılan hacim anlayışı) yerine renk frekansları ile oluşturduğu ahenkli geçişler ile hacim oluşturmaktadır. Bu üslup, Rönesans Resim Anlayışı'nı bitirir. Bir tür soyutlama başlamıştır resimlerinde. Cezanne'ı özgünleştiren çalışmaları Empresyonist Akımı da durdurur. Son yıllarında Kübizm'in de temelini atmıştır.
Cezanne'ın çalışmaları, sanatta ve yaşamda yeni bir dünya görüşünün oluşmasına etkendir. Picasso ve Braque''ın modern dünyayı biçimlendirmeleri Cezanne'nın Kübist yapıyı oluşturması ile başlar.
Cezanne'nın resimlerinde doğanın karışık yapısı, geometrik formlarla somutlanarak biçimlenir. Portrelerinde kişilik özelliğini vurgulayan bir yapı gözlenmez. Çıplak vücutlarda duygusal bir biçim ve renk yoktur. Natürmortlarında örtüleri katı, meyveleri hayat izinden uzaktır. Ancak bu sağlam ve basit yapılar, insanda anıtsal bir etki yaratır. Onun için hayat, nesnelerle değil, düzenlemenin renklerle olan ilişkisindedir. Cezanne, bu çağın fikir dokusunu oluşturan yaratıcı görüşü ve farklı düşünce biçimi ile çağa imzasını atmıştır. Birçok tarihçi Cezanne'ı Modern resmin babası olarak kabul eder. 

YAŞAMI:
19 Ocak 1839 da Fransa'nın Aix-en Provence'da doğdu. Babası, şapkacı Lois-Auguste Cezanne, annesi Anne Elizabette Honorine Aubert'dir. Babası ve annesi, Cezanne doğduktan beş yıl sonra evlenmişlerdir. Annesi, oğlunun sanata olan ilgisini desteklemek amacı ile babasını yumuşatmak için uğraşırken, babası yaşadığı Aristokrat çevreye ulaşabilmek için oğlunun avukat veya hakim olması için uğraşmaktaydı. Gözü yükseklerde olan bir adamdı. Para hırsı onun meslek değiştirmesine neden olmuştu. Şapkacılığı bırakıp bankerliğe başlamıştı. Bu gelişme içinde Cezanne'da babasının serveti içinde büyük bir köşk de yaşamaya başlamıştı. Ancak babasının aksine sessiz, boynu bükük, içine kapalı bir çocuktu. Okuduğu kolejde çok sevdiği bir arkadaşı vardı. Emili Zola, o da edebiyat meraklısı bir gençti. Ders dışında sürekli sanat sohbeti yapmaktadırlar. En sevdiği yazarlar, Victor Hugo ile Alfret de Musset'ti. Çok başarılı bir talebe olan Cezanne, okulu bitirdikten sonra Aix Müzesindeki resim derslerine yazılmış ve Zola'ya yazdığı mektupta; ''ben ressam olacağım'' diyerek babasının öngördüğü meslekleri yapmama kararını dostuyla paylaşmıştı. Ama babasının sözünden çıkamayan Cezanne, Hukuk Fakültesine yazılmak zorunda kalmış, Zola ise aynı tarihlerde Paris' gitmişti. Yolladığı mektupta Cezanne'ı Paris'e çağırıyor ve 125 frank'a Paris de yaşanabildiğini söylüyordu. Cezanne bir gün babasına karşı çıkarak Paris'e gitmek istediğini söyledi. Annesi ve kardeşi onu destekliyordu. Babası ayda sadece 125 frank yollamak şartıyla onu Paris'e yolladı. Cezanne kendini Cezanne gibi hissediyordu yani ruhu özgürleşmişti. Hemen akademiye yazıldı, sık sık Louvre müzesine gidiyor, oradaki resimlerin kopyalarını yapıyordu ancak sıkıntı ile yaşamaktan bıkmıştı. Babasının sözü aklına geldi ''Deha insanı açlıktan öldürür'', para insanın karnını doyurur''. Bu inatla ölmek deha'nın zaferi sayılmazdı. Her savaşta olduğu gibi, insan gerekirse yeniden kuvvet elde etmek için geri dönmeyi bilmeliydi. Aix'e geri dönüp babasının bankasında memur olarak çalışmaya başladı. Bir yıl çalışıp para biriktirdi ve 1862 sonlarında tekrar Paris'e döndü. Atelier Suisse'de Pissarro ile tanıştı, sanat kariyerini geliştirmesinde son derece önemli bir etken oldu bu tanışma. 1863'de Reddedilenler Salonu'nda eserlerini sergiledi ancak Akademi jürisi, sanatçıların eserlerini sergi etkinliği yapılan Paris Salonu'na gönderdi. Paris Salonu resimlerin tümünü geri çevirdi. Bu durum Akademi karşıtı öncü sanat yaklaşımlarının toplandığı bir etkinlik kimliğini böylece kazandırmış oldu. Sanat kariyerinin başlangıcındaki Cezanne'ın aynı sergide resimlerinin olması, ona da öncü kimliği kazandırmıştı. Bu arada, yakın dostu Zola 1866'da L'Evenement gazetesinde onu öven yazılar yazmıştır. 1870'e kadar Paris'te çalışmalarını sürdürmüş olmakla birlikte, 1865 ve 1866'da Aix'de uzun süreli olarak ikamet ettiği dönemlerinde babasının, amcasının ve ressam Achille Emperaire'in portrelerini palet bıçağı tekniğiyle gerçekleştirdi ve bu resimlerini koyu renklerin hâkimiyetinde çalışmıştı. 1860'larda ise coşkulu güneyli yaradılışı ile kendini bir seri melodramatik ve az çok erotik resimde ifade etmişti. Karanlık resimleri, Otopsi (1861), Cinayet (1870) gerilimin yüksek olduğu çalışmalarıdır; buna karşılık Kaçırma (1867), Aziz Antonio'nun Baştan Çıkarılışı (y1870) erotizmin hissedildiği bu döneme ait örneklerdir. Bu resimlerin ortak özelliği, belirgin bir deformasyon ve koyu renk kullanımıdır. Bu dönemde ayrıca bazı natürmort çalışmaları da gerçekleştirmiştir. Cezanne'ın on yıllık kendini bulma çabasını Zola bir arkadaşına yazdığı mektup da şöyle dile getiriyordu; ''Paul çok çalışıyor, bir hayli tuval boyadı ama onun gayesi muazzam tablolar yapmak''. Bir diğerinde ise '' 'Paul büyük bir ressamın dehasına sahip olabilir ama hiçbir zaman büyük bir ressam olamayacak. Çünkü en küçük bir engel karşısında çabucak umutsuzluğa kapılıyor''. Yaşamının çeşitli dönemlerinde okul yıllarından beri yakın arkadaş olan Emile Zola'yla yaptığı sohbetler düş gücünü harekete geçiren ilk etkenler arasındaydı. Zola'yla uzun dostluk ve araştırma yürüyüşlerine çıktığı Provence bölgesi, ressamın yaşamı boyunca bağlandığı yer oldu. Cezanne son yapıtlarında çocukluğunun ve gençliğinin anılarında geniş yer alan Provence bölgesinde gözlemlediği temalarını hep işlemiştir; Taş ocakları, akarsularda yıkananlar ve yakınlardaki alçak dağ sırasının zirvesi Sainte Victoire Dağı Zola'yla birlikte yürüdükleri zamanlardan imgesine yerleşmiş anıların uzantılarıdır. Cezanne'nın kendini bulması bir aşk ile oldu. 1870 de Fransız-Alman savaşı başlayınca güneye Marsilya yakınlarında Estaque'a yerleşti. 1871 de Paris'e geri döndü. Birçok modelle çalışmıştı Hortanse Fiouet onda derin duygular uyandırdı. Beraber yaşamaya başladılar, bir oğulları oldu. Yapıtlarında özgünleşmeye başlamıştı. Empresyonizmin renklerinden etkileniyor ''Empresyonizm, renklerin gözde olan karışımıdır, çünkü resim üzerinde olan renkler gözde yeniden ortaya çıkar'' diye düşünüyordu. 15 Nisan 1874'de Paris resim Heykel Müzesindeki büyük sergiye Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Depos Cezanne katılmıştı. Halk, bu sergiye gülmek için gidiyor, eleştirmenler yapıtlarla alay ediyordu. Hele Cezanne'nın ''Asılmış Adamın Evi'' isimli tablosu için bir eleştirmen; ''Her zaman içindeki bir delinin eseri'' yorumunu yapıyordu (Bu gün bu tablo Louvre'da bulunmaktadır). Cezanne için yazılanlar üç yıl önce yazılanlardan daha şiddetliydi. Yine bir eleştirmen ''Resimleri insanın gönlünü bulandırıyor'' diye yazmıştı. Ancak tanınmamış fakat ilerici bir eleştirmen ''Dev'ler soyundan bir ressam'' diyebilecek kadar cesur davranmıştı. Cezanne'ın bunalımlı yılları yeniden başlamıştı, Babası onun peşini bırakmıyor, oğlunun nikâhsız yaşamasına tepki gösteriyordu. Ve bu kadından ayrılmazsa aylığını kesmekle tehdit ediyordu. Cezanne o sıralar kırk yaşında idi. Sanat dışında kişilik olarak cesur bir adam sayılmazdı. Babasından gelecek harçlığın kesilmesinden korktuğu için sevgilisini ve oğlunu terk edip Aix'e döndü. Bir süre sonra babasını ikna eden sanatçı ayda üç yüz frank harçlıkla Paris'e döndü. Hortense ile on sekiz yıl birlikte yaşadıktan sonra 1884 de evlendi. Cezanne, natürmort, portre, manzara temalarından oluşan resimlerinde daima yeni bir gerçeklik yaratarak, biçimleri doğadan-gerçek görüntülerinden uzaklaşarak kendine ait bir dil ile tuvallerine aktarıyordu. Bundan ötürü Sanat tarihinde İzlenimcilik akımını oluşturan bir grup ressam içinde (Claude Monet, Camille Pissarro, Pierre Auguste Renoir) en önemli temsilcisidir. Bu aralar sanatçı, Empresyonizm'den ayrılıp Klasizme yönlendi. 1883-1195 yılları arasında Klasik sanatın zirvesine ulaştı. On iki yıl içinde üç yüz yapıt oluşturdu. Bunların yarısı manzara resmiydi. 1886 da babası öldüğünde ona çok büyük bir servet kaldı. Ama sanatçı, yaşam biçimini değiştirmedi. Kimse tarafında da anlaşılmak istemiyor, özgür bir ruhla resim yapıyordu. Bu arada dört sergi açtı ancak eleştirmenler adeta onu unutmuş gibi hakkında hiçbir yazı yazmadılar ve eleştiri yapmadılar. Resimlerini hayranlıkla izleyenlerin arasında Gauguin de vardı. Sanatta kendini kabul ettirecek kadar ünlenmesi elli altı yaşında oldu. Atmış yaşındayken dört tablosu on altı bin dokuz yüz franga satıldı. 1904 yılında açtığı ''Sonbahar'' isimli sergisinde otuz üç yapıtı sergilendi. Ancak atmış beş yaşına vardığında şeker hastası, aksi, bencil, mağrur bir yaşlılık dönemine girmişken zafere ulaşmıştı. Kendisinin geç anlaşılmasından ötürü yaşadıkları onda kızgınlık yaratmıştı. Bu öfkeyle kendisinin bir dahi olduğunu açıkça söylemekten zevk alıyordu. Bir arkadaşına yazdığı mektupta ''Cezanne gibi dahiler ancak iki yüz yılda bir yetişir'' demekten çekinmemişti. Cezanne 15 Ekim 1906 da öldü. Otuz yıl sonra bir Amerikalı ''İskambil Oynayanlar'' isimli tablosunu iki yüz kırk bin dolara satın aldı. O yıl yayınlanan bir kitapta Cezanne hakkında beş yüz elli altı kitap ve yazının yayınlandığını belirtmişti. 
Belgin Balanoğlu Alagöz

Toplumsal Gelişim Ve Sanat Bölüm 5 KOLAJART Bağımsız Aylık Sanat Dergisinde yayınlanmıştır. 15/03/2020 Modern Çağa ait gelişmeler...